Memleketimin ve halkımın şairi demişti ya!
“Bir yanım çığ tutar kafkas ufkudur / Bir yanım seccade acem mülküdür”.
2015 sanki bu kabilden bir yıl oldu. İnsanın ömür eylediği yıllar içinde her demin, her günün, her ayın ayrı yaşanmışlığı olsa da! 2015 yılı benim için sanki iki koca ve birbirine zıt parçaya, zaman dilimine ayrılmış gibi oldu.
Haziran’a kadarki bölümü umuda dair beklentilerin hayli yoğun olduğu aylar.
Haziran’dan sonrası ise umutların, iyiye ve güzele dair bütün yakın hayallerin hayli ertelendiği aylar oldu.
Yedi Haziran seçimlerine kadarki zaman diliminde, seçimler sonrasına ertelenmiş ümitvar durum etkili izler bırakıyordu yaygın olarak. Nitekim öyle de oldu, beş Nisan’dan başlayarak beş Haziran Diyarbakır HDP mitinginde yaşananları saymazsak; yedi Haziran seçim sonuçları sonrası 13 yıllık AKP iktidarının seçimlerden istediği sonucu alamaması nedeniyle iktidarın “bir dur, bir düşün ve sonuçlardan ders çıkar ona göre karar ver” moduna gireceği beklentisi vardı.
Öyle olmadı. Bu yaygın beklentinin yerine hızlı bir kararla toplumu “şiddet sarmalı” ile yeniden bir “toplum mühendisliği”ne yönlendirme sürecine girildi. Muktedirce merkezi bir kararla uygulamaya sokulan şiddet iklimi büyük ölçüde Kürt coğrafyasında olmak üzere hayata geçti / geçirildi.
İki büyük terör, dönemin şiddetinin boyutlarının tetikleyicisi oldu. Suruç ve Ankara bombalamaları felaketin habercileri idi sanki! Ve sonbaharla birlikte YDG-H’li gençlerin “hendek”leri gerekçe gösterilerek, sokağa çıkma yasakları üzerinden bir “toplu kırım” döneminin başlangıcı ülkeye deklere edildi.
2015’in son gününe, hatta son saatine kadar bu zulmet en üst düzeyde uygulaması ile sürdü. Savaşın hayatı öldürmesinin olanca çıplaklığıyla…
Bir yıl analiziyle ayrıntıya girmenin teferruatı bir yazı konusunu hayli aşar. Minarelerin, camilerin, evlerin, sokakların binlerce yıldan akıp gelen ömrünün kırıma kurban gittiği! İnsanların henüz ana rahmindeki cenininden, yetmişini geçmişine varıncaya kadarı bu felaketten katledilen yaşamını sokak ortasına, ya da evinin buzdolabına hapsederek dünya kamuoyuna ilan edildiği bir yarıyıl oldu 2015’in ikinci yarısı.
2015 yılı aynı zamanda, geçtiğimiz yüzyılın 15’inde yaşanmış bir soykırımın da yüzüncü yılıydı. Yüz yıl evvel Ermeni Halkı bir “büyük felaket”e topyekün kurban gitmişti.
Yüz yıl sonra sanki tarih yeniden bir fotoğraf karesine sığdırılmıştı.
Sokağa çıkma yasaklarına geçici ara verilen günübirlik zaman dilimlerinde iki görüntüyü gözlemlerken yüz yıl öncesini düşündüm. Cizre ve Diyarbakır Sur içinden insanlar can havliyle taşıyabilecekleri kadar yükleri sırtlarında, ellerinde göçüyorlardı.
Artlarında bıraktıkları yaşanmış hayatları, önlerinde uçsuz bucaksız belirsizliği…
“Coğrafya, kaderdir” deniyordu ya! Belki de bir kez daha ama yüz yıl arayla aynı coğrafyanın bir diğer halkı Kürtler’in alnına yazılan kader oluyordu coğrafya…
2015 gitsin, hafızadan silinsin demek istiyorum, ama hızla bu düşünceyi dilimden düşürüyor, hafızamdan siliyorum. Hayır, 2015 silinmesin orada, olduğu yerde kapkara bir muktedir lekesi gibi insan soyunun suratına çalınan kapı tokmağı gibi kalsın, kaldığı yerde. O kapıdan girerken çarpsın suratlara, çıkarken çarpsın ve ses çıkarsın suratlara, bedenlere.
Belki, belki o vakit hâla kalmışsa insana dair insani yanımız “Artık Yeter” der, kendimize ve dünyaya… (ŞD/EKN)