Tanrı ilk insanı çamurdan yaratmış. Kutsal kitaplar böyle yazıyor, ben onların yalancısıyım.
Ehh gerçekten öyleyse, kimi önemli eksikliklerine oldukça başarılı bir "yapıt" ortaya çıkarmış. 650 bin yıldır, ondan daha sonra yapılanların hiç birisi "onun" kadar mükemmel değil. Buradan yola çıkarak onun en azından "çamurdan insan yapma" konusunda oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
"Çamur İnsan"ları kastettiğim sanılmasın; insanlar da "çamurdan" insan yapmayı deniyor. Çok güzel yapanlara "heykeltraş" diyoruz.
Gerçekten insanlık tarihi boyunca çok güzel heykeller yaratılmış.
İnsanı gerçeği kadar, hata bazen gerçekte olandan daha da güzelini yaratan "büyük" heykeltıraşlar olmuş.
Bu yüzden olmalı İslamiyet gibi bazı dinler, "insan sureti" yapmayı "tanrıya eş koşmak" saymışlar ve yasaklamışlar.
Yine bu yüzden bazı heykeltıraşlar u yaratıcılıkları nedeniyle kendilerini "tanrı" katında görmüşler, öyle saymışlar. Kimileri de bunu onaylamış ve kabul etmiş. Bazılarına "tapınılmış" bile.
Kimi heykeller, süreç içinde birer "put"a dönüştüğü de doğrudur.
Estetik güzelliklerini bir yana koyarsak taştan, topraktan, madenden, ağaçtan olduklarına bakmaksızın, pek çok toplumsal yapı onlarda "üstün, farklı, olağanüstü güçler" olduğu sanmış ve onlara tapınmışlar. Tıpkı olmayan bir şeylere ya da kendinden farkı olmayan benzerlerine tapmak gibi, güçsüzlüğü bilindiği halde kutsallaştırılan putlara dönüştürülmüş kimisi. Hatta başka "tanrı"lara oranla onların zararları daha az olduğu söylenebilir.
İnsanlık tarihi bunların örnekleriyle, o örneklerin öyküleriyle, efsaneleriyle dolu.
Aslında sanat da, bilim de, siyaset de bunlarla ortaya çıkmış ve gelişerek bu günlere kadar gelinmiş.
Unutmadan ekleyelim, bu tarihsel süreçte bazıları da bu benzerlikten korkarak ve günün birinde o cansız ama gerçekten mükemmel olan örneklerin canlanacağını düşünerek onlardan korkar olmuşlar: Kimileri de en azından o heykellerin kendilerinden daha uzun yaşayacağını, daha çok tanınıp bilineceğini düşünerek onları "yok saymaya", güçleri yettiğinde de "yok etmeye" yeltenmişler. Heykellerin çoğu insandan daha uzun ömürlü olduğu da bu açıdan bir gerçektir. En azından yüzyıllar, binyıllarca toprak altında kaldıktan sonra da yaşamaya devam ederler, zamana direnirler. Belki de insanı korkutan şey de budur.
Eskilerin deyişiyle bunların hepsi birer "vakıa" yani olgu, ya da fenomen.
Balonlar ve küreselleşme
Eyüp Öz'ü Gümüşlük Akademisi'nde bulunduğum dönemlerde tanıdım, sevdim, dost oldum. Hemen tüm sanatçılar gibi ilginç ve kendine özgü bir insan olduğunu fark ettiğimi anımsıyorum ilkin. İlk gördüğüm "eliyle, koluyla, bedeniyle çalışan" hem de "ağır çalışan" bir "işçi", bir "emekçi"ydi. Ama onun "emeği" ortaya bambaşka şeyler çıkartıyordu. Onları da sevdim.
Fark ettiğim ikinci özelliği çevresindeki nesneleri bizlerden benden farklı bir şekilde görmesiydi. Sanki her nesne onun için "özgün bir form"du.
Akademinin bahçesine sevgili Ahmet Filmer'le koca mermer blokları indirdikleri sıradaki tavrı ilk kez bunu bana hissettirmişti.
Sanki indirilenler "mermer ya da granit bloklar" değil de birer ünlü heykeldiler. Onlara öyle dokunuyor ve öyle davranıyordu.
Kabul ediyorum bir "heykeltıraş" olması onun bu yönünü geliştirmiş olabilir. Ama sonra bu noktaya daha çok dikkât ettiğimde de aynı şeyi gördüm:
Nesnenin içindeki ve dışındaki formu bir arada ve bir bütün halinde görerek nesnelerle ilişki kuruyordu.
İşte o Eyüp Öz'ün kendisi gibi düşünen ve üreten bir başka heykeltıraş, Derviş Ergün'le birlikte açtığı sergiyi gezerken yukarıda söylediklerime koşut bir başka boyutu fark ettim.
Aslında hepimizin artık her düzlemde her anını kapsayan, adeta bir "kanser" dokusunun bedenin her yerini sarması gibi yavaş yavaş bizi sarıp sarmalayan ve başta varlığımız olmak üzere, yaşamımızdaki her unsuru derinden etkileyen "Küreselleşme" olgusuydu bu!
Birden küreselleşmenin "heykel, yaratı, tanrı, tapınma ve din"le de bir ilişkisi olduğu ve onların devamı ve hatta tamamlayan bir başka durumu ifade ettiğini düşündüm.
Sergiden aldığım ve daha sonra okuduğum sergi kitapçığının başında Eyüp Öz'ün yazdıklarını okuyunca benzer ilişkiyi sorgulaması beni şaşırttı. Dahası bunu benden çok daha iyi anlatıyor olması da hoşuma gitti. Sizlerle de paylaşayım; şöyle diyor sevgili Eyüp Öz:
"Global ve küresel kelimeleri bana hep balonu çağrıştırır. Kırmızı, mavi, yeşil, sarı balonları var gücümüzle şişirmeğe çalışırdık ve çoğu kez de fazla şişirdiğimizden, ya da onunla oynarken herhangi sivri bir nesneye değdiğinde büyük bir gürültüyle patlar ve ellerimiz birden bomboş, havada öylesine asılı kalırdı.
Çevredekilerin gülüşmelerini görmezden gelir hemen bir yenisini şişirmeye başlardık. Şişirilmiş bir balonun bu durumda uzun süre kalamadığı da bir gerçek."
Eyüp Öz "balon"un bu unsurlarını kullanarak ve bu duygularla insan ya da herhangi bir canlının bir nesnenin yeniden görsel anlatımını denemiş sergisinde yer verdiği yapıtlarında.
"Balon" bazen yuvarlaklığının sağladığı yumuşaklıkla tekilden yola çıkarak bir evrensel buluşmayı, bir bütüncül kavuşmayı görünür kılmış ve imlemiş, bazen de aynı yuvarlaklığı bir "uygunsuzluğun" ya da "yanlışlığın" komikleştirme yoluyla eleştirilmesinde bir "olanak" olarak kullanmış. Gerçekle, kurmaca, kurmacayla hayal, hayalle, saçma, saçmayla gerçeğin kesişme noktasındaki ilişkiler, yalnızca bir sanat yapıtının ortaya çıkmasına neden olmamış; ama aynı zamanda o gerçeğin farklı bir şekilde algılanması ve anlaşılmasının da yollarını da izleyene açmış.
Heykeldeki politik boyut
Örneğin yalnızca dudaklardan oluşan bir beden şeklindeki bir heykele baktığımızda aslında bir beden ve dudağın ötesine geçerek, yaşamdaki bir gerçekliği görmüş oluyoruz. Buradan yola çıkarak şu sıralarda ve yine "küreselleşme"nin etkisi altında kâh bir reklam nesnesi, kâh gündelik yaşamdaki bir özgürlük alanına getirilen bir sınırlamanın gerekçesi olarak sunulan "cinselliği" ve ona dair tutum ve yaklaşımları da fark etmiş oluyoruz.
O yüzdendir ki, malını satmak isteyen bir "eski solcu" reklamcının cinselliği kullanışı ile aynı cinselliğe dair çeşitli unsurlara bir "hastalık" ya da "dinsel bir tabu" olarak bakanların, bakışlarının kaynakları gözlerimizin önüne tüm açıklığıyla sergileniyor.
Özellikle belirtilmesi gereken bir nokta da bu serginin "politik" boyutu bence.
Yalnız Eyüp Öz'ün yapıtarı yanında, galerinin giriş katındaki Derviş Ergün'ün "metal"i işleyerek yaptığı heykeller ve onların sergi içindeki düzenlenişi de bu saptamayı destekliyor.
Doğrusu heykel sanatının "politik" yanının bu kadar ayrımında değildim.
Bunu sergiyi dolaşırken fark ettiğimde, kendi kendime "belki Kars'ta ki 'ucube heykel' tartışması konusundaki duyarlılığım nedeniyle böyle düşünüyorum" dedim; ama biraz daha düşününce ve yine sevgili Eyüp Öz'ün yukarıda alıntıladığım sözlerinin sonunu okuyunca her sanat gibi heykel sanatının da aslında "politik bir olgu olduğu" kanısına vardım:
"İnsan doğasına uymayan, buna rağmen inatla şişirilmeye devam edilen bu yaklaşımların bir balon misali patlaması kaçınılmaz. Uzun vadede kendiliğinden gerçekleşen bu patlama bazen de toplumların müdahalesini gerektiriyor. Ne yazık ki her iki durumda da bedeliçok ağır oluyor ve bu bedel genellikle yoksullara ödetiliyor."
Sanatı sanat, sanatçıyı da sanatçı yapanın aslında onun içinde olduğu toplum ve üzerinde yaşadığı dünya ve o dünya üzerinde olan bitenlerle ilişkisi olduğu saptaması beni rahatlattı ve insana dair umudumu çoğalttı.
Gerçekten de asıl yaratan her zaman "insan"!
Ama ona tapmak değil, onu tanımak ve anlamak gerekiyor... (MS/BB)