Tanıdık bir şey var “Birazcık Halil”de. Kitabı elime aldığımda böyle olacağını birazcık seziyordum. Roman “Hocam” diye başlıyordu ne de olsa… Sonuçta Hasan Sever’le aynı okuldandık; aynı ortamlarda birkaç yıl arayla benzer meseleleri kendimize dert etmiştik. Sonra yollarımız ayrılmıştı. Tanışıklığımız yıllar sonra tesadüfen olmuştu. Hasan gurbetteydi çünkü. Lakin işte romanına “Hocam” diyerek başlıyordu; tıpkı yıllar önce otobüsten ODTÜ’ye kampüsünde indiğimde duyduğum ilk hitap gibi: “Hocam yemekhaneye nasıl gidilir?” Bilmiyordum ben de yeniydim ama beni hoca sandılar diye sevinmiştim. Üniversite sonrası ne zaman duysam hala sevinirim.
“Birazcık Halil” küçük bir sevinçle başladı benim için anlayacağınız.
“Birazcık Halil” ilk romanı Hasan Sever’in. Yazdığı değil ama yayınlanan ilk romanı. Bu özellikle belirtilmeli çünkü “Birazcık Halil” bir ilk roman olmaktan çok uzak. Yetkin bir dili, kıvrak bir anlatısı olan olgun bir kalemin ürünü.
Roman, Yunus adlı bir arkadaşının Hasan Sever’e Halil’e ait defterleri teslim etmesiyle başlıyor. Yazarımız işi gücü bırakıp defterleri okuyor ve bilgisayara geçip basılacak hal getiriyor.
“Neden böyle bir başlangıç; neden başkasının yazdığı bir kitabı yazdığını anlatarak başlıyor,” diye düşündüm okurken; sonradan anladım romanın kimi zaman tanıdık kimi zaman yabancı gelme nedenini. İtiraf edeyim jeton biraz da kitap hakkında verdiği söyleşiyi okurken düştü. Hasan Sever kendisinin dışına çıkmaya çabalamış, bir şekilde temas ettiği insanları anlatmış: ve birazcık da kendisini tabii.
Halil 18 yaşını doldurur doldurmaz Almanya’da çalışan babasının yanına gidiyor. Temel meselesi hiçbir yere ait olamaması Halil’in. Roman boyunca yabancı olma, farklı olma, ait olmama hali içinde. İlk defter Almanya dönemini anlatıyor. İnşaatta çalışıyor ilkin. Demir büküyor. Demirle olan ilişkisini anlattığı bölümü alıntılarsam nasıl bir kalemle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayacaksınız: “Hiç demir büktünüz mü? İyi. Demir büken dünyayı da bükerim sanır; çünkü demir sağlamdır. Fakat sağlamlık bükülmeye mani değil. Demiri sevmiyordum. Madem sağlamsın bükülmeyeceksin. O zaman öyle düşünüyordum. Ne lüzumu var bükülmeye? Kırıl gitsin. Şu virgülsüz dünyada, başı sonu belirsiz bir cümle olmanın alemi yok.” Afili bir kalem, felsefi biraz, ama zorlama değil, içten…
Özellikle ilk defterde tanıştığımız tüm karakterler bir tür doğal filozof; ağızları laf yapıyor. Kiminin topraklarından gelen sözleri ceplerinde. Yabancısı oldukları betonun üzerinde geçmişlerinin sözlerine tutunarak varolmaya çalışıyorlar ya da yıllar içinde biriktirdiklerini usulca söyleyiveriyorlar. Tabii bunun bir nedeni var, romanı okudukça anlıyorsunuz. Örneğin Frau Basler, iki dünya savaşını da görmüş hayatının son demlerinde bir Almanyalı; yani birikterenlerden. Bir içki masasında rakıyı sert olduğu için içmediğini şarabı hayat gibi yumuşak olduğu için tercih ettiğini anlatırken şöyle diyor: “Dünyayı yıktılar hem de kaç kez… Almanya’yı erkekler yıktı. Biz kadınlar, işte şu ellerimizle yeniden yaptık. Dünyayı erkeklerin pazıları değil, biz kadınların avuç içleri kurdu. Bu yüzden hayat yumuşaktır.”
Öte yanda Halil’in uyuşturucu kaçakçısı patronu Almanlaşmış Herr Ünver var. Onun da bir felsefesi var. Eğilmiş bükülmüş ama bir şekilde ayakta duran bir bina gibi; onun filozofluğu ise arada kalmışlığın çarpıtılmış gerçekliği gibi... Türkiye’deyken okulda bir öğretmeninin öğrettiği şiiri okuyor ezberden bir başka çilingir sofrasında. Aynen şöyle:
“Çok uzaklardan gelip
Akdeniz’e bir beygir başı gibi uzanan
Bu memleket bizim”
Sonra da bu şiiri okuduktan sonra sınıf arkadaşlarıyla Türkiye haritasına bakıp yaptıkları çıkarımı anlatıyor: “Takriben, beygirin başı Ege, kulakları Trakya, taşşakları da Toros oluyordu.” Masada Kürtler de vardır. Herr Ünver sürekli konuşmaktan sıkılmıştır. En suskunları Niyazi’ye döner ve “Biraz da sen anlat, mesela memleketinden bahset” der. Niyazi durur, düşünür ve “He, Bingöllüyüm sizin hesapla beygirin kıçına yakın duruyoruz.” Ünver, isminin önün Almancada bay anlamına gelen Herr eklenmesinden de anlaşılacağı gibi ne oralı ne buralı ama her yerli olabilen bir örnek. Herkesin hayatına olduğu gibi Halil’inkine de hızla girip, alacağını alıp yoluna devam ediyor.
Halil bir süre sonra uyuşturucu baskınında yakalanıp hapse düştüğünde öğrenir Nazım Hikmet’i ve şiirin aslını. Cezasını doldurur ve sınırdışı edilir. Sonrası asıl köksüzlüğüyle daha doğrusu kökünden sökülmüşlüğüyle yüzleşmesidir. Konya’ya sürülen Kürtlerdendir o. Türkiye’ye gelir gelmez ayağı köyüne götürür onu, yaşaması mümkün değildir: “Köy dediğin ortalık yer. Yaran beren açıkta durur; fakat benim yaram orta yerde tutulacak cinsten değildi.” Halil de Ankara’ya gider. Sonra yolu İsviçre’ye Zürih’e çıkacaktır.
Defterlerin çoğu Türkiye dışında geçse de odağı memleket. Hasan Sever Türkiye’ye özlemini özlem olarak tarif etmiyor, tutku diyor: “Özlem uzun vadede çürütücüdür. Tutku üretime daha meyilli sanki.”
Dışarıdan bakıp Türkiye tahlili yapıyor. Örneğin biri Kürt diğeri Türk iki arkadaşı tartışırken şöyle diyor kendi kendine “Bu Kürt Türk davasında esas mağdur bence Türkler. Neden mi? Kürt, az çok, eksik fazla Türkçe anlar ama devlet Kürtçe anlamaz. Bence insan anlamadığı dilin mağdurudur.” 20 yıldır yurtdışında yaşayan Hasan Sever, tutkuyla bağlı olduğu ülkesi hakkında çok şey anlatıyor. (HK)
Künye: Birazcık Halil, Yazan: Hasan Sever, Ayrıntı Yayınları, 2015, 426 s. 25 TL.