ABD’de doktora eğitimimin ikinci yılındayım. Geçtiğimiz hafta, Cumhuriyet yazarlarının gözaltına alındığı gün, asistanı olduğum derste, Avrupa’daki mülteci krizi tartışıldı ve çoğunlukla İngiltere, İtalya, Asya ülkeleri, Meksika ve ABD’nin diğer eyaletlerinden gelen öğrencilere bu insanlık krizinin ne kadar büyük çaplı olduğu ve Avrupa’nın karşılaştığı ilk mülteci krizi olmadığı anlatıldı. Ders biterken profesör, amfiyi dolduran yaklaşık 60 öğrenciye şu soruyu sordu: “Bu yıl içinde Türkiye ve Avrupa Birliği arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması ile Türkiye evsahipliği yaptığı yaklaşık 2,5 milyon Suriyeli mültecinin yanı sıra Avrupa’daki mültecileri de bazı şartlar çerçevesinde Avrupa ülkelerinden geri almayı taahhüt etti. Gelecek yıl, bu sıralarda oturacak olan arkadaşlarınıza, sizce, Avrupa, Türkiye ve mülteci krizine dair neler anlatıyor olacağım?”
Öğrencilerden biri şu yanıtı verdi: “Gelecek yıl içinde Türkiye’de anti-demokratik eğilimlerin artacağını öngörebiliriz. Bu nedenle, belki de Avrupa Birliği sadece Suriye’den değil, Türkiye’den de göçmenlerin akın edeceği ihtimaline hazırlıklı olmak zorunda.”
Yurtdışında akademik hayatını sürdürenler için bu tip aşırı genel tanımlamalar sık rastlanan, oryantalist fikirlerden de beslenen yaklaşımlardır. Bu tip durumlarda kendi açıklamanızı geliştirebilir ve ona uygun bir cevap verebilir ya da yorum yapmayı reddebilirsiniz. Ben de yıllar içinde benzer bir yöntem geliştirdim ve yorum yapmam beklenen Türkiye’nin büyük sorularını iki dakikalık sohbetlere sığdıramayacağım için, daha çok soru sorulmasını engelleyen beylik lafları sıralamayı alışkanlık edindim. Fakat dersteki öğrencinin bu yorumu karşısında ayrıntılı bir açıklama yapmak istedim. Peki, ama neden şimdi?
Yakın arkadaşlarımın Barış Akademisyenleri arasında yer alması ve haklarının aylardır gasp edilmesi, ÖYP 50/d kapsamında doktoralarının sonunda işsizliğin ve bilinmeyen bir geleceğin onları bekliyor olması ve vakıf üniversitelerinde akademik yaşama dair değil, bir ticarethaneye dair yaklaşımlarla bilim yapmaya çalışıyor olmaları, benim de gündelik hayatımı etkileyen, Türkiye’nin çok katmanlı akademik sorunlarından. Öte yandan, yurtdışında yaşarken, ikili bir yaşam formu da geliştirmek gerekiyor: Bir yandan sevdiklerinizi ve memleketi takip etme ve son bir yılda ümitsizliğe kapılmama çabası, öte yandan tüm bu gelişmelerin zıttı olan bir akademik takvime yetişme, üretme, düşünme ve kendi yaşamınızı bambaşka şartlarda idame ettirme gayreti.
2011-2012 yılları arasında yüksek lisans öğrenimimi gördüğüm Londra’da iken de Türkiye’de akademisyenlere uygulanan ifade özgürlüğü ihlalleri azımsanmayacak kadar çoktu fakat arkadaşlarımla daha etkili, umutlu bir iletişim içindeydik. Bugün, 2016 yılından, o günlere baktığımda umutlu olmanın ötesinde; kendimi, büyüdüğü coğrafyaya inanan genç bir insan olarak adlandırmakta zorluk çekiyorum. Bugün, epitopu dört yıl önceki umutlu halime bürünmeme engel olacak çok neden var. Öte yandan bu nedenlerin yurtdışında yaşarken önümüze çıkardığı engeller de biz, “bir avuç tuzu kuru akademisyen adayı” için yaşamsal değerde.
15 Temmuz günü, ABD’nin doğusunda katıldığım bir akademik programda herkes gibi katılmam gereken bir etkinliği beklerken, Türkiye’deki arkadaşlarımla sosyal medya üzerinden yazışıyor ve kütüphanede sessiz olarak izlenebilen CNN’i göz ucuyla takip ediyordum. Darbe haberleri, Türkiye ile eşzamanlı ekrana geldi ve gördüklerime inanmayı kısa bir süre de olsa reddettim. Türkiye’den bir arkadaşımla beraber, o geceyi, bilgisayarın başında bir haber kanalından diğerine geçerek, sosyal medyayı takip etmeye çalışarak geçirdik. Bulunduğumuz şehirde gece saat 01:00 olduğunda yorgun argın odalarımıza yürürken, katıldığımız akademik programın diğer katılımcılarının soru yağmuruna tutulduk: “Ailemiz, yakınlarımız nasıldı? En önemlisi de, yakınlarımız şu an ülkeyi terk etmek için havaalanı yolunda mıydı?” Bu sorular, darbe denilince aklına Latin Amerika ülkeleri deneyimi gelen Kuzey Amerikalı insanların son derece genel ve özensiz soruları olarak algılanabilir. Ama sizin hassasiyetlerinize sahip olmayan bir toplumda yaşarken, memleketinizde yaşanan acıya bir de bu tip iyiniyetli çabalarla sorulan sorular eklendiğinde nefes almak pek mümkün olmuyor.
15 Temmuz sonrası benzer sorular, bir ay müddetince devam etti. Amerikan basınında yayınlanan makaleleri okuyan arkadaşlarım, okuduklarını benimle paylaştı, yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu, sonbaharda Türkiye’den ABD’ye dönüp dönemeyeceğimden emin olmak istedi. 15 Temmuz sonrası yaklaşık iki hafta ABD-Türkiye uçuşlarının askıya alınması, benim de benzer soruları kendi kendime sıkça sormama neden oldu.
Bu soru bombardımanı arasında ise, iki anekdot aklımda kaldı. Bir Mısırlı arkadaşımla hemen 15 Temmuz’dan birkaç gün sonra konuşurken, Kuzey Amerikalıların, Tahrir sonrası Mısır siyasetini ondan beş dakikada nasıl özetlemesini istediklerinden bahsetti. Hatta kendisinin de çözemediği Mısır’daki siyasi çıkmazların, ABD’deki arkadaşları tarafından bir çırpıda nasıl da çözümlendiğini kızgınlıkla dinlemek zorundan kalmasından bahsetti. Bir diğer anekdotsa içine düşmekten de kendimi alıkoymaya çalıştığım, kopkoyu bir Türkiye ümitsizliğini hatırlattı bana. ABD’de üç yıldır doktora yapmakta olan Gazzeli bir arkadaşımın şu sözleri bugüne değin aklımda kaldı: “Geri dönecek bir şehir kalmadı ki. Orası artık benim çocukluğumun geçtiği yer değil!” (BG/HK)