Kıbrıslıtürk gazeteci Sevgül Uludağ, Uluslararası Kadınlar Medya Vakfı (IWMF) tarafından verilen, 2008 yılı Gazetecilikte Cesaret ödüllerinin üç sahibinden birisi oldu. Diğerlerini Afganistan'dan Farida Nekzad ve Myanmar’dan Aye Aye Win aldı. Ödülün gerekçesinde ‘bu sıradışı gazetecilerin bütün tehdit ve yıldırma çabalarına karşı cesaretle mesleklerini yapmaya devam ettikleri, özgür basın kahramanları olarak iyi gazetecilik için rol modelleri sundukları’ söyleniyor. Aslında bir kadın hakları ve barış aktivisti de olan Sevgül’ün yaptığı yürekli gazetecilik, Türkiye’de neredeyse telaffuz edilmekten bile korkulan “barış gazeteciliği” anlamında çok özel bir örnek oluşturuyor.
Ancak ne yazık ki, “ana/yavru-vatan banal milliyetçiliği”nin çoktan keşfedip, seksist söylemin bütün manevralarıyla tehdit ve tacizlerde bulunduğu Sevgül’ün, 30 yıllık araştırmacı gazetecilik pratiği içerisinde yaptıklarından, dolayısıyla aldığı bu son önemli ödülden Türkiyeli muhalif aydınların pek çoğu bihaber (*). Oldukça semptomatik saymak gereken Türkiyeli aydınların bu “üç maymun” halini analiz değil derdim, ama bu, Türkçe konuşulan coğrafyaların kendini merkez’de addeden aydınlarının çevrede gördükleri aydınları, bir diğer Kıbrıslıtürk yazar Mehmet Yaşın’ın Kozmopoetika’da geliştirdiği çok kullanışlı bir kavramı kullanırsam, “üvey ana dil”de yazıyor saymalarıyla ilgili olabilir (Yaşın’ın kavramı aslında, her ana dilin her zaman/herkes için bir üvey anadil de olduğunu ima ediyor). Ya da gerekçe belki daha vahim ve Sevgül’ün Kıbrıs’ta, Türkiye’de sadece Nadire Mater’in yapmaya cesaret ettiği gibi bir şey yapıp, bir “ulusal” tabuyu yerinden etmesiyle ilgili. Çünkü, her ikisi de, diğer pek çok can alıcı konuda olduğu gibi, sol aydınlar olarak sahiplenemeyip, dillendirilmesini resmi söyleme terk ettikleri acıların aslında bizi bölmek yerine birleştirebileceğini gösteren bir emek ortaya koymuş durumdalar.
Ödülünü geçen haftalarda ABD’de yapılan törenle alan Sevgül’ün yaptığı gazeteciliğin bize öğreteceği çok şey var. Sevgül yıllardır Kıbrıs’ta iki toplumun yaşadığı çatışmalar sonucunda meydana gelen kayıpların, katliamlarda ölenlerin yakınlarına, bunlardan kurtulabilenlere, savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınlara ulaşıyor, onların sadece resmi ideolojinin kalıpları içinde bilinmesine izin verilen öykülerini, iğneyle kuyu kazan bir sabır ve emekle ortaya çıkıyor. O yazdıkça, Pandora’nın kutusu aralanıyor, Sevgül’ün Rum/Türk okuyucuları da, “kayıp” bilinenlerin gömülü olması, kitlesel mezarlar bulunması ihtimali bulunan yerlerle, bunların failleriy hakkında sakladıkları bilgileri paylaşmak konusunda cesaretleniyor.
Faillerden yaşları elverenler hala hesap vermeden etrafta dolaşmaya devam ederken, Sevgül’ü izleyen aydınlar, kendi toplumlarını geçmişleriyle yüzleştirme sorumluluğuyla gazetecilik yapıyor, belgeseller, filmler çekiyorlar. Örneğin Tony Angastiniotis, katliama uğrayan Kıbrıslıtürkler üzerine bir belgesel yaparken, Andreas Parashos, Politis gazetesinde Sevgül’ün rolünü üstleniyor. Nihayet, ancak Kıbrıs’ın kuzeyinde iktidar değiştiğinde aktif hale gelebilen Kıbrıs Kayıp Şahıslar Komitesi kazı çalışmalarına başlayabildiğinde Sevgül’ün yıllardır yazmayı sürdürdükleri —ki yazdıkları 2005 yılında İncisini Kaybetmiş İstiridyeler adıyla iki ayrı dilde kitaplaştı— önemli bir tarihsel kayıt haline geliyor. Böylelikle bir başka Kıbrıslıtürk aydının, Pembe Behçetoğulları’nın “Kıbrıs’ta Yas Üzerine Düşünmek” (www.kibrisyazilari.org) başlıklı yazısındaki tespitlerini kullanırsam ‘sınırların açılmasına karşı birbiriyle hiç olmadığı kadar ayrı düşen iki toplumun geçmişleriyle arlarında kalın bir deri oluşturan kayıplar/şehitler üzerinde kurulmuş ‘resmi’ yas tekelini kırıyor. Adanın her iki tarafındaki milliyetçi hamasetin kendilerinin ne kadar masum, ötekinin ne kadar suçlu olduğunu kanıtlamak üzere çeşitli resmi stratejilerle sayısallaştırdığı, tektipleştirdiği kayıplarla/ölülerin kimlikleri, yakınlarının anlatılarıyla kişiselleştiği ölçüde, yaslarını da tutulabilir, kolektif olarak üstlenilebilir hale getiriyor.’
Dahası, 1974’deki savaş sırasında ellerindeki Kıbrıslıtürk esirlere “keşke elimizden kaçabilseniz, ama etrafta ‘gavurlar’ var” diyebilen Kıbrıslırum askerlerle, katliamdan kurtulan Kıbrıslırumları koruyan Türkiyeli askerlere ilişkin anlatılanlarla, tekil fail muamelesi görebilecek bir Rum(luk)/Yunanlık ya da Türk(lük)/Türkiyelilik halinin olamayacağı, yani ötekinin farktan arınmış bir topyekün kimlik taşımadığı belgeleniyor. Politikacıların “bizim iyi çocukların” yaptıklarının üzerini örterken, “onların kötü çocuklarının” yaptıklarını aşikar kılmaya çalıştıkları acıların aslında her iki topluma da düşmüş olduğu gerçeğine uyanılıyor. Sevgül’ün politik/etik bir tercihle yaptığı bu gazetecilikle, Judith Butler’dan hareketle söylersem, her iki tarafın resmi ideolojileri tarafından ‘Kıbrıslıtürklerle bir zamanlar sorunsuzca birlikte yaşanılan’, “Kıbrıslırumlarla asla bir arada yaşanamamış ve yaşanamayacak’ bir yer olduğu fantazilerini güçlendirmek adına sürgüne gönderilen ve de çaresi sadece şiddette aranan yas’ın, tutulabildiğinde, insanların (ötekiyle) nasıl ortak bir yaralanabilirlik etrafında birleşebileceklerini ortaya koyuyor. Yaşanan acıların sorumluluğu böylelikle kolektif olarak taşınabilir hale geliyor. Her iki toplumdan insanlar, acının sadece kendi ocaklarına düşmediği bilgisiyle, onu kendi çocuklarının geleceğinden olsun uzak tutmak için gerekeni yapmak konusunda birleşebiliyor.
Özetle Sevgül’ün yaptığı gazetecilik, hem bizim hem de ötekinin yasının aynı anda tutulabileceğini; üstelik yine Butler’ın söylediği gibi yası “sürgün etmek” yerine tutmanın, onu şiddet üzerinden çözümlemeye kalkışmamanın eylemsizliğe çekilmek değil, “biz kim olduk”, “bizden geriye ne kaldı?” “Ötekinde kaybettiğim şey nedir?” diye sorgulatan etik bir konumun gerekliliğini bize hatırlatan bir gazetecilik.
Başka bir şey daha var; Sevgül genelgeçer gazeteciliğin aslında statükocu tarafgirliğin üstünü örten ideolojik bir kılıftan ibaret “tarafsızlık” mitine hiç aldırış etmiyor. Yaptıkları, onu kaçınılmaz biçimde kayıp yakınlarının rehberi, en yakın dostu haline getirmiş durumda. Yıllarca eşyalarına dokunulmayan evlerde, ütülü giysileri hazır tutularak beklendikten sonra, artık “mezarına bir çiçek koyabilmek” için kemiklerine olsun ulaşılması umut edilen “sevgili”ler bulunduğunda, sonra da defnedildiğinde yakınlarının yanında oluyor. Kayıp yakınlarının ancak psikolojik destekle taşıyabildiği bütün bu safhalara katılırken, herkesin acısını böyle paylaşıyor olmaktan gelen travmayla Sevgül’ün nasıl başa çıkabildiğini ise bilmiyorum. Bir türlü de sormaya cesaret edemedim. Yalnız, onu arada “kendine” ayırmak lüksünü kullandığı köşesinde, bahçesindeki yaseminlerin kokusundan, küçük havuzundaki kaplumbağadan Kıbrıs’ın yemyeşil ilkbaharından söz ettiğinde, bunları hep, yaşadığı “ağır günler” sonrasında, yürekli bir kadın, gazeteci, barış aktivisti kimlikleriyle ayakta tutan tutkularını yeniden-sahiplenişi, bir arınıp/bilenme olarak okudum. Barışa dair umutlandım. Bu umut keşke, akan kanın hiç durulmadığı coğrafyamıza da taşınabilse diye düşündüm. (SA/EÜ)
* Bu yazı, Prof. Dr. Sevda Alankuş'un geçtiğimiz hafta sonu Radikal2'de yayınlanan yazısının uzun versiyonudur.
(*) Bianet buna istisnalardan birini oluşturuyor