Kaos Çocuk Parkı yayınlarından çıkan, Ercan Jan Aktaş'ın "Gitmek" sayfalarına aldığı hikâye ve tartışmaları ile katmanlı bir yolculuğa çağırıyor bizleri.
Eren ve Ekin Can ile 2010'un gittikçe şiddetlenen politik ikliminin İstanbul'unda yolculuk başlasa da ilerleyen sayfalarda; kayıp gazeteciler, ateşe verilen gazete binaları ve köylerin dumanı tüterken kendimizi bu kez de Jean hikayesi ile 1990'ların İstanbul'unda buluyoruz.
Eren ve Ekin Can'ı buluşturan İstanbul sokaklarında başlar hikâye. Daha ilk buluşmalarında Eren'in Ekin Can'a "nerelisin?" sorusuna "Selanik göçmeni ailem. O zaman ben de galiba İstanbullu oluyorum. Gerçi İstanbullu nasıl olur onu da bilmiyorum ya. Bu şehirde herkes yabancı aslında. İlk sahipleri kovulduktan bu yana" cevabı ile okuyucuda bu 'bir İstanbul hikâyesi' izlenimini daha ilk anda oluşturuyor.
Eren'in hikâyesi Koçgiri, o uzaktaki köyler, giden ve bir daha gelmeyen bir dayı figürü üzerinden şekillenirken; şehirli olan Ekin Can ise ailesi ve toplum ile çatışmasında kendisini kurarken Eren ile yolları çakışır.
Romanın başlarında Ekin Can'ın Eren ile olan ilişkisinin geçmişine giderek oradan yol almaya başlıyor yolculuk. Okuyucu zaman zaman kurguda zorlukla karşılaşsa da mektupların sade ve samimi dili "bu anlatılan benim hikayem" duygusunu da yaşıyor. Ekin Can'ın Eren'e mektuplarında bir aşkın başlama, şekillenme ve hayatın merkezine oturma görünürken, Eren'in Ekin Can'a mektuplarında daha çok bir özeleştiri ve sol siyasetin eşcinsel ilişkiye yaklaşımının eleştirilerini görüyoruz.
Mektuplarda yüzleşme çağrısı
Bu yolculuk zaman zaman politik tartışmalar ile daha da gerilere adeta bir yüzleşme çağrısı ile 1915'lere kadar gidiyor:
"Hayatı, bilgiyi, sevgiyi, toprağı, aşkı tanımak ve bilmek için gidin. Susun ve dinleyin...
Nusaybin'e gidin.
Amed'i görün.
Bir halk neden hep 'terörist' kalır, gidin ve görün.
1915 tarihi Ermeniler için ne anlama geliyor, bunu bilmeden bu ülkenin trajedisini bilemezseniz."
Roman, Eren Keskin'in de sosyal medya hesabında paylaştığı gibi güçlü bir tarihsel alt metin ile okuyucusuna sesleniyor. Bir yandan eşcinsel bir aşk ile bugünü anlatırken zaman zaman da hem İstanbul hem de Türkiye tarihinin bir yüzyıllık seyrine davet ediyor kendi penceresinden. Bu politik alt metinler, zaman zaman söylevler yapılan politik bir ajitasyon mu duygusu da oluşturabiliyor. Ancak politik alt metinler ve de eleştiri, söylevler roman kurgusuna iyi yedirildiği için bu duygudan hemen sıyrılıyorsunuz.
"Gitmek daima bölünmektir"
Uzun yıllardır, sokaklardaki eylemlerde, vicdani ret kampanyalarında, ekoloji, kent ve sosyal bilim çalışmalarında tanıdığımız Ercan Jan Aktaş bu kez de bu çok katmanlı İstanbul ve Türkiye hikayelerinde bir yandan da bir aktivistin yazarlık serüvenine dahil ediyor okuyucusunu.
Fransız bilim insanı Jean - Luc Nancy'nin "...gitmek daima bölünmektir" sözü ile yazma yolculuğu başlıyor.
Tanıdık, bildik sandığımız sokakların kapalı perdelerinde "καλημέρα/kalimera", "καλημέρα/bari lyus" daha önce duymadığımız, ya da duymazdan geldiğimiz başka dillerin hikayelerine kulak verirken yazar, okuyucusunu da buna ortak etmiş.
Eren ve Ekin Can içinde geldikleri aile, sosyal yapı ve örgütlerini dikkate almadan içine girdikleri bu soluksuz aşkın patikalarında Hasret Gültekin, Koma Amed, Simon&Garfunkel'in müzikleri ile bu aşk yolculuğunda yolu çakışır okuyucunun: "En çok özlediğim şeyler, sana dair, gülümsemeni, sana dokunmayı, elini tutmayı, seninle havadan sudan sohbet etmeyi, öpüşmeyi, saçını okşamayı..."
Molaya çağıran bir davet gibi...
Bizleri büyük bir yüreklilikle aşklarına tanıklığa çağırsalar da kaybolmasını da çok iyi biliyorlar. Onlar kaybolurken biz bir kez daha ikisi ile Cumartesi Anneleri ile birlikte yan yana dururuz, zaman zaman İstanbul'daki eylemlerde çakışır yollarımız, "Ape Musa kimdi?" sorularıyla yüz yüze buluruz kendimizi.
16 Mart İstanbul Üniversitesi anmasında, Muğla'da nefret ve öfkenin hayatına son verdiği Şerzan Kurt için sokaklara akan öğrencilerin eylemleri içinde yaşadıkları bize hiç de yabancı değil.
Karaköy'ün, Tophane'nin arka sokaklarında boy veren bir aşkın patikasında bir İstanbul hikâyesi derken bir anda Jean'ın mektupları ile "Alper ve Jean hikâyesi" ile kendimizi Paris sokaklarında, Pyrenees Atlantiques eteklerinde buluyoruz.
Daha sonra İstanbullu bir Fransız'dan, Alain'den İstiklal Caddesinin binlerce yıllık tarihini dinlerken buluyor kendisini okuyucu. Özge ile orta sınıf Kemalist bir ailenin kimi tartışmaları, Botan Brüsk ve Şiyar'ın o uzak başka ülkedeki yaşamlarına tanıklığa çağrılıyoruz.
Hrant'ı yaşatmayan bir kentin sokaklarında yollarımız Eren Keskin ve Pınar Selek ile çakışıyor bir anda...
Kader'in bir nefret cinayetine kurban gitmediği, İstanbul'da sevimli bir kafede kahvesini içerken buluyor kendisini okuyucu.
"Gitmek" kelimesi özellikle de son yıllarda bu kadar çok dilimize düşmüşken, Ercan Jan Aktaş bize gidenin patikasında adeta "gitmeyin!" diye yürek acısı ile sesleniyor.
"Gitmek" aslında; benim, senin, bizim başka bir ülke/dünya hayallerimizin, kavgamızın bizi Karaköy'ün bir kafesinde çay içmeye "mola"ya çağıran bir daveti gibi duruyor. (SA/AÖ)