Bir bardak bira, bir kadeh şarap veya bir duble rakıyı yudumlarken pencerede akıp giden manzarayı seyretmek, belki tesadüfen tanışmış olduğunuz bir yabancıyla muhabbeti koyulaştırmak, yemekli vagonda seyahat ederken yaşanabilecek en keyifli anlardan biri olsa gerek.
TCDD İstanbul-Kars arası işleyen 36 saatlik Doğu Ekspresi seferinin İstanbul ayağını bir süreliğine askıya almış olsa da mevzubahis sefayı son zamanlarda İzmir'i Ankara'ya bağlayan Mavi Tren sayesinde sürdürebiliyorum.
İnsan özellikle uzun şimendifer yolculuklarında kendini dış dünyadan neredeyse tamamıyla yalıtılmış, farklı bir zaman boyutunda, hatta kurtarılmış bölgede hissedebiliyor.
Tecrübeli kondüktörlerin bir Osmanlı paşasıymışsınız gibi size aşıladığı güvenle yavaş yavaş unutulan her türlü sorumluluk duygusu, yataklı vagondaki konforla birleşirse, Anadolu'nun bozkırlarında tıngır mıngır ilerleyen, adeta bir beşikteki kadar sizi rahatlatan bu gayet nezih ulaşım aracının ayrıcalıklarından yararlanabilmektesiniz demektir…
Dünyanın en büyük demiryolu ağı olma iddiasıyla her geçen gün daha da genişleyen ve bazılarının model olarak bağrına bastığı Çin'in demiryollarında ise manzara her zaman bu kadar saygın olmayabiliyor.
Portekiz'in başkenti Lizbon'da 16-26 Ekim tarihleri arasındaki uluslararası belgesel festivali XII. Doclisboa'nın Investigations bölümünde yer alan The Iron Ministry (Demir İdaresi) Çin'in trenlerinde geçiyor olsa da koca ülkenin metaforu olabilecek nitelikte…
Çin'in demiryolu ülküsü
Komünist rejime aykırı olarak çeşitli sınıflara hizmet eden ayrı vagonlar ülkedeki gelir uçurumlarının da mikrokozmosu şeklinde göze çarpıyor.
Uzun bir süredir çalışmalarını Çin'de sürdüren ABD'li yönetmen John Paul Sniadecki tabii ki ucuz tarifeyle, üst üste alt alta seyahat edilen vagonlardan daha zengin görsel ve işitsel malzemeler elde etmiş. Yemek yiyen, uyuyan, dikiş diken, tıraş olanlar bir yana, bizim eski yoğutçular misali meyve, sebze hatta et dolu sepetleriyle trene binenler de kalabalık ortama fazlasıyla renk katıyor.
Mandarin dilini hatmetmişe benzeyen Sniadecki iki Müslüman Çinli ile sohbet etmeye başladığında devletin politikalarına karşı itaatkar olmaya koşullanmış diğer iki yolcu lafa karışıp, Mao'nun öğretilerine uygun olarak Çin'de azınlık haklarına daima özen gösterildiğinden dem vuruyorlar.
Tibet'li bir kadın, demir yolunun memleketlerine ulaşmasıyla Çin'li maden patronlarının bölgenin nimetlerinden yaralanıp nasıl zenginleştiklerini, 7. yüzyıldaki bir müneccimin öngördüğü, felaketlerine sebep olacak demir ejderhaların, trenlerin ta kendisi olduğunu ifade ediyor. Vatanlarını boydan boya kat edecek yeni demir yolu ağıyla Tibet'in çok daha ağır bir müdahaleye tabi tutulacağından ve Tibetliler'in kendi memleketlerinde daha da güçsüz kalacağından korkuyor.
10 yaşlarındaki bir çocuk ise, trende yapılması ve yapılmaması gerekenleri sayan otomatik anonsları taklit ederek her haylaz çocuğun aklından geçebilecek anarşist telkinleri tek tek sıralarken gülümsememek ne mümkün?
Bilet kontrolünden sorumlu görevlilerin sertliği, kabalığı ve yolcuların üzerinde kurmaya çalıştıkları tahakküm ise bana bir zamanlar Yunanistan ile Türkiye arasındaki bağları güçlendirme sorumluluğu yüklenmiş Barış Trenindeki Yunanlı görevlileri hatırlattı.
Snadecki'nin, yazının başında görülen fotoğraftaki vagona girmesiyle ise güvenlik görevlisinin "Burada çekim yapmak yasaktır!" diyerek kamerayı kapattırması ve yönetmeni apar topar dışarı atması bir oluyor. Birinci sınıf yolcuların masa başında otururken film çekiminden pek rahatsız olmadıklarına bakılırsa, üniformayla alevlenen iktidar kompleksinin beyaz tenli yönetmenin ajan olma paranoyasıyla birleşip yasakçı zihniyete hizmet etmesinden söz edebilir miyiz? (Bir zamanlar Doğu Ekspresinin yemek vagonunda gecenin ilerleyen saatlerinde demlenirken, silahıyla arzıendam eden korucunun beni tedirgin ettiğini de bu vesileyle anımsıyorum).
Belgeseldeki bir diğer ilginç sahnede ise aklıma, adı İDO'ya devşirilmiş olsa da İstanbul Şehir Hatları vapurlarından hala eksik olmayan seyyar satıcılar geliyor: Ayakkabı parlatma malzemesi pazarlayan işgüzar bir Çinli, liseli bir oğlanın ayaklarına dadanarak adeta yere yapıştırıyor, Converse ayakkabısının beyaz ucunu sahibinin iradesine karşı çıkarak şevkle silmeye başlıyor. Çocuğun çırpınışları fayda etmiyor, üründen beklenen beyazlık birkaç darbeden sonra elde ediliyor ama ayakkabılarına cool olsun diye eskimiş havası veren çocuk da gözyaşlarına mani olamıyor.
Demir İdaresi
Ses sihirbazı olarak tanınan Ernst Karel'in The Iron Ministry'ye katkısı büyük; Daha önce çalıştığı Leviathan adlı belgesel için başyapıt diyenler bile var. Demiryolu dünyasının bir çok ayrıntısı, kakofonik ve endüstriyel bir müzikal gibi perdeye yansısa da genelde çalışmaya endekslenmiş yorgun Çin toplumu fertlerinin uzun yolculukları sırasında dinlenip, huzur saçtıklarını bile söyleyebilirim.
Filmin klostrofobik hissiyatı son dakikalarda pencerelerden akıp giden manzaranın soyutlaşmaya meyilli görüntüleriyle bertaraf edilmeye çalışılmış, TOKİ'leri andıran kazulet binaların görüntüsü de bunların arasında…
Prömiyerini Ağustos ayında Locarno Film Festivalinde yapan, akabinde Vancouver, New York, Şili'deki Cine de Valdivia ve Chicago festivallerinde boy gösteren The Iron Ministry 'nin Türkiye'de de gösterilmesi ve yerli belgeselcilere ilham vermesi en büyük dileğimiz. Ne de olsa sinemacıları 7. sanatın icat edildiği anlardan itibaren cezbeden trenler hızlanmakta biraz zorlansa bile Türkiye'nin coğrafyasıyla birleştiğinde gayet sinematografik sonuçlar vermeye devam edecektir. (MT/HK)