"Şayet Karagöz yok olursa Yunanlı'nın kimliği de yok olur"
"Karagöz'ün hiciv gücü gözönüne alındığında kriz zamanlarında bilhassa gerekli"
"Karagöz Yunanlı'yı meziyetleriyle olduğu kadar kusurlarıyla da temsil ediyor"
Yönetmenliğini Pegi Zouti'nin üstlendiği Yeni Devir (New Era) adlı belgesel Yunanlılar'ın genellikle Karagöz adıyla andığı Karagöz ve Hacivat gölge oyununa eğiliyor.
Bir zamanlar sinema, sonra da televizyonun rekabetine pek dayanamayan Karagöz komşuda can çekişirken mevzunun uzmanları yine de ümitsiz değil.
Aslında aileye hitap eden bir oyun türü olmasına rağmen genellikle çocuklara yönelik bir sanat tarzı gibi algılanmasından tabii ki şikâyetçiler.
Oysa kısa belgeselde fikrini belirten bir ustaya göre, günümüzde sayısı epey düşmüş olan Karagöz oynatıcıları daha fazla olsaydı komşuyu allak bullak etmiş olan kriz belki yaşanmazdı bile.
Bu arada iktisadi krizin Yunanlılar'ı geleneklerine, köklerine tekrar sarılmaya ittiği de bariz gerçeklerden.
Son yıllarda acımasız kapitalizim etkisiyle genç nesilden bile birçok Yunanlı'nın şehirlerden atalarının köylerine, adalarına dönüp, sistemden bağımsız olarak geçimlerini sağlayabilmek üzere, tarıma, hayvancılığa, balıkçılığa yöneldiği biliniyor.
Bu dinamik sayesinde, yeni neslin genellikle youtube'dan tanıdığı Karagöz oyununun ustaları da gayet hevesli çocuk yaşta çıraklar edinebiliyor.
Karagöz kime ait?
Artık ana okuluna devam edenlerin elinde bile tablet görülmesine rağmen Karagöz oyununu seyreden çocuklar karşılarında canlı bir performans gerçekleştiğini hissederek çok daha coşkulu biçimde tepki veriyor.
Tabii ki bir zamanlar sadece Atina'da sayıları elliye varan Karagözcülerin sabit bir tiyatroya ve bilet kesilerek seyredilebilen temsillere muhtaç oldukları kesin.
Çünkü komşuda mevzuyla yakından ilgilenenler Yunanlı kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak görülen Karagöz'ün kültür panoramasından silinmesinin Avrupa ve Batı medeniyetinin etkisi altında ezilmiş olmanın ispatı anlamına geldiğini belirtiyorlar.
Karagöz'ün yok olması onlara göre geriye hayallerini ve rüyalarını yitirmiş, ait olma duygusunu ve hüviyetini kaybedip boşlukta kalmış bir millet olgusunu çağrıştırıyor.
Peki ölüler konuşur mu ki?
Kahve, döner, lokum, baklava, beyaz peynir ve daha birçok ortak payda gibi Türkiye ile Yunanistan'ın sahiplenip paylaşmaktan kaçındığı Karagöz hakkında mevzubahis patent mücadelesi filmde ifade bile edilmiyor.
Beyond the Borders'ın ferah açık hava sinemasının perdesine yansırken belgeselde Turku Nomads of the Silk Road grubunun yorumuyla Fidayda gibi Anadolu tınıları da çalıyordu. Bu arada Karagöz karakterlerinden iki tanesi bir mezarlıkta sohbet etmekteydi:
- - Ölü müsün?
- - Ooo çoktan...
- - Peki ölüler konuşur mu ki?
- - Bir zamanlar oy bile verirlerdi...
Ankara'da Yahudi'nin işi ne?
Osmanlı padişahlarının, günümüz İspanya ve Portekiz topraklarında engizisyondan muzdarip Sefaradlar'ı kabul etmesinden çok önce Anadolu'nun kadim halklarından Yahudiler'in Ankara'daki varlığından söz ediyoruz.
Nazi zulmünden kaçan Eşkenaz Yahudileri'ni, hele de Eren Önsöz'ün Haymatloz belgeseline konu olan, Mustafa Kemal'in Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında yüce görevler verdiği profesörleri, mühendisleri veya sanatçıları hiç kastetmiyoruz.
Mevzu, coğrafyanın muhtelif köşelerinde yaşayan yerli Yahudi topluluklarından, bilindiği kadarıyla milattan sonra 2. yüzyıldan itibaren Ankara'da var olan bir cemaat.
Hermana adlı belgesel günümüzde sayıları fazlasıyla azalmış, neredeyse yok olmuş küçük bir azınlık topluluğunun mazisine eğiliyor.
Tarihsel içerikli belgesellere ağırlık veren Beyond the Borders festivalinin programında yer alan gayet eğlenceli seyirliğin yönetmeni Enver Arcak, bu sene üçüncüsü düzenlenen etkinliğin organizatörleri tarafından Meis Adası'nda misafir edilen sinemacılardandı.
Geçmişte Yahudiler'e yönelik icraatın Türkiye'ye göre çok daha acımasız olduğu ve Yahudiler'in özellikle Selanik'ten Nazi kamplarına yok edilmek üzere sürüldüğü Yunanistan'da filmi seyretmek manidardı.
Türkiye'den İsrail'e
Sonuçta Yahudiler'in , bilhassa İsrail devleti kurulduktan sonra Türkiye'den de yüksek sayılarda göç ettiği biliniyor.
Ne de olsa Lozan Anlaşmasıyla diğer azınlıklar gibi kendilerine verilen teminatlara her zaman saygı gösterilmemişti.
Türkiye Yahudileri, düşmanlık ve öfke nöbeti anlarında siyasetçilerin İsrail'e yönelik gazabının hedefi olup halkta oluşan nefret dinamiklerinin kurbanı olabiliyorlardı.
Ekonomik gidişatın alarm verici olduğu anlarda da birbirine epey kenetlenmiş cemaatin Türkiye'yi kalabalık topluluklar halinde terk etme trendi günümüzde bile sürüyor.
Belgeselin kamerasını yönelttiği karakterlerden, İstanbul'un iktisadi açıdan daha çekici hale geldiği yıllarda Ankara'dan göç etmiş Viktor Albukrek'in güzel Türkçesine de kulak veriyoruz.
Cemaatlarde artık çoğunluğa sahip oldukları için Eşkenaz ve Bizans etkisinde sayılan Romanyotlar'a göre şu anda daha baskın Sefaradlar'dan olmasına rağmen, İstanbul ve İzmir Yahudileri'nin çoğunluğuyla karşılaştırıldığında, çok daha aksansız bir Türkçe konuşuyor.
Bildik Yahudi Türkçesi'nde etkisi büyük, İber yarımadasından Osmanlı'ya göç zamanından beri yaşatılan ana dil Ladino'yu yeni neslin pek bilmemesi de üzüntü verici hakikatlerden.
Albukrek'in eski Türkçe'ye hâkimiyeti bir yana, Orta Anadolu'ya has ağır telaffuzun izleri de yakalanabiliyor coğrafyanın bu nadide mozaik temsilcisinde...
Ermeni yalnız bir kadın olmanın ağır faturası
Aslında daha çok görmezden gelinmesi istenen, ama tüm yaşananlara rağmen Türkiye Cumhuriyeti topraklarında hayatlarını sürdürmüş resmî azınlık toplulukları fertlerinden Ermeni bir vatandaşa da hayran oldu Beyond the Borders seyircisi.
36.İstanbul Film Festivalinde ulusal belgesel yarışmasında Altın Lale'yi kazandıktan sonra Erivan'da 2017 yılı Altın Kayısı Uluslararası Film Festivalinde Gümüş Kayısıya layık görülmüş, yolculuğunu İspanya'daki MiradasDoc gibi belgesel festivallerinde sürdüren Derdo Ana ve Ceviz Ağacı'nın son uğradığı nokta Meis Adası oldu.
Özellikle kocası öldürüldükten sonra çocuklarıyla tek başına dağlarla çevrili köyünde yaşaması gittikçe zorlaştığından, haklı olarak havasına, suyuna bir türlü alışamadığı İstanbul'a göçü ve hayata tutunma mücadelesi filmi izleyenleri derinden etkiledi.
Anadolu'nun kadim halklarından Ermeniler'in, Süryaniler'in veya Rumlar'ın yurtlarından kaçarken sakladıklarına inanılan hazinelerin laneti ise müzikal efektlerin desteğiyle pekişerek filme konu olan ceviz ağacının köklerinden adeta üzerimize akıyordu.
Soykırım mı dediniz?
Mütevazı yönetmen Serdar Önal gösterim sonrası yaptığı konuşmayla hazır bulunanlardan bilhassa akademik bilgiyle donatılmış Batılı bazı seyircileri şaşırttı.
Tüm samimiyetiyle konuşan Önal hayatının büyük bir kısmında Ermeniler'in İstanbul dışında, Türkiye'nin diğer herhangi bir köşesinde yaşadıklarını bilmediğini itiraf etmekle kalmadı, 1915 olaylarını da çok geç öğrendiğini belirtti.
Yönetmen ve senaryo yazarı Önal ne de olsa mevzuya ağırlık vermekten daha çok, Bitlis coğrafyasının şivesini layıkıyla temsil eden güçlü karakteri Derdo Ana'ya odaklanmıştı.
Etkinliğin misafirlerinden gösterimde hazır bulunan bazı sinemacılar filmin bilhassa soykırım hakkında tatmin edici bilgiyle donatılmamış olmasından şikâyet etti.
İma edilen birçok gerçeğin yeterince anlaşılmadığından, filmin dağınıklığından, aktarılan bilgilerin sığlığından ve senaryonun bir yere varamamasından dem vurdular.
Onları Türkiye'de bazı hususlara bu ölçüde değinmenin bile, sansürün sinemacıları inlettiği günümüzde gayet zor ve riskli olduğuna, halkın büyük bir kesimi için işlenen mevzuyla ilgili filmdeki bilgi ve işaretlerin bile rahatsız edici ve öfkeye meylettirici olabileceğine, Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal mozaiğine kıyasla fazlasıyla zayıf kalan, tek tip vatandaş yetiştirmeye odaklı Türkiye'deki toplum mühendisliği sonucunda farklı etnik unsurlarının birbirleri hakkında bu denli sınırlı ve dağınık bilgiye sahip olduğuna ikna etmek adeta imkânsızdı, gidişatın nereye varacağı da zaten meçhuldü... (MT/PT)