Yunan "uzatmalı" ayaklanması karşısında paralize olan, neredeyse bütün toplumsal meşruiyetini yitiren Papandreu hükümetinin çözülmesi, günlerce süren ve uluslararası medyanın ilgi odağı olan bir polilitik krize vesile oldu.
Dört gün devam eden pazarlıklar, planlandığı söylenen "milli mutabakat" hükümetinin bir türlü vücuda getirilememesi, toplumun değişik kesimleriyle, özellikle de alt sınıflarla eskisi gibi bağlar kuramayan Yunan siyaset sınıfında hâkim olan ciddi bir huzursuzluk, endişe ve telaş halinin ifadesiydi. Neticede çetin pazarlıkların ardından yeni ve partiler arası mutabakat hükümeti kurulmuş oldu.
Aşağıdan gelen basıncı karşılayabilmek ve toplumsal tepkileri bir nebze olsun yatıştırabilmek için daha geniş "tabanlı" bir hükümetin oluşturulması gereği, zaten bir süredir sermaye çevrelerince dillendiriliyordu.
Yunanistan'da bugün Uluslararası Para Fonu (IMF), Avrupa Birliği (AB) ve Avrupa Merkez Bankası etiketi altında uygulanan ve on yılların sosyal kazanımlarını tarumar eden saldırı başka konjonktürlerde ancak askeri darbeler eliyle, yani emeğin siyasal gücünün radikal bir biçimde kırılması yoluyla yürütülebilmişti. Gerek sermaye sınıfı, gerekse siyaset erbabı önümüzdeki dönemde sosyal güvenlik ya da toplu sözleşme gibi kritik alanlara sirayet edecek "reformların" sınıf hareketinin mevcut gücünü dağıtmaksızın yürütülemeyeceğinin pekâlâ farkında. Dolayısıyla da "düzen partisi" bu belki de tayin edici kavgaya hazırlık için parlamenter alandaki bütün rezerv güçlerini ileriye sürüyor.
PASOK dışında Yeni Demokrasi ile aşırı sağcı LAOS tarafından desteklenen "uzlaşı" hükümeti, esas itibariyle son G20 zirvesinde karar altına alınan 26 Ekim tarihli kredi anlaşmasının hükümlerini ahaliye ne pahasına olursa olsun dayatma görevini üstlenmiş durumda. Dolayısıyla tam anlamıyla bir saldırı hükümetiyle, iş başında kalacağı kısıtlı zaman içerisinde hızlı ve "kararlı" bir biçimde hareket etmeye kararlı bir kabineyle karşı karşıyayız.
Yunan Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası'nda üst düzeyde görevler almış Lukas Papadimos önderliğindeki yeni hükümet, teknokrasiyle otoriterliği ve aşırı sağcı demagojiyi biraraya getiriyor. Son dönemde sıkça ifade edildiği üzere, kriz koşullarında kapitalizmle demokrasi arasındaki istisnai uzlaşma ortadan kalkıyor.
Formel olarak parlamenter rejimin bütün kurum ve kuralları ayakta gibi görünse de Yunanistan'da bugün bir olağanüstü hal rejimi giderek daha belirgin bir hal alıyor, son kırk yılın parlamenter-demokratik geleneklerini işlevsizleştiren bir süreç yaşanıyor. Eski neo-nazi gençlik örgütleri liderleriyle memleketin tescilli neoliberal teknokratlarını "milli" bir "mutabakat" adına aynı masada biraraya getiren hükümetin meramının ne olduğu açık.
Yeni hükümetin kurulması sürecinde, geçici bir süre için de olsa, Yunan hâkim sınıfı inisiyatif ve denetimi ele geçirmiş oldu. Papandreu'nun şimdilik kaydıyla da olsa kellesinin alınması, ahalinin öfkesini az da olsa yatıştırmış görünüyor. Aslında 28 Ekim'de ulusal bayram törenlerinin kitlelerce "basılıp" devlet erkânının kovalanmasının ardından ülke neredeyse bir "hükümetsizlik" halindeydi. Takip eden günlerde yönetenler katı paralize olmuşken radikal sol ve toplumsal muhalefet güçleri bu boşluktan istifade edemedi.
"Düzen partisi" bu inisiyatifsizlikten faydalanarak dikkatleri yeni bir hükümet oluşturmaya dönük müzakerelere çevirdi ve hükümeti bir tür kurtuluş umudu olarak sundu. Siyaset "ayağa düşmüşken", yani sokaktayken şimdi yeniden meclis koridorlarına dönmüş oldu.
Ancak kitle hareketinin yeni hükümetle birlikte geri çekilmiş olmasına dair aceleci sonuçlara da varmamak gerek. Yunanistan'da son iki yılda siyasal zamanın nasıl yoğunlaşmış/sıkışmış bulunduğunu unutmamak lazım. Kitle hareketi bu uzun zaman zarfında her seferinde farklı mücadele yöntem ve biçimlerini adeta yeniden ve yeniden denedi ve dahası kısmi gerilemeler olsa da kısa zamanda direnişlerin bu sefer daha yoğun ve daha militan bir biçimde ortaya çıktığı merhalelerden geçti. Aşağıdan gelişen ve durmak bilmeyen büyük bir kolektif yaratıcılık ve enerji patlaması söz konusu.
Bahar ve yaz aylarındaki meydan/işgal hareketlerinin geri çekilmesinin ardından yaşanan kısmi sessizlik, sonbaharla birlikte yerini çok sayıda işyeri ve kamu binası işgaline, grevlere, itaatsizlik eylemlerine, mahalle komiteleri gibi kısmi özyönetim örgütlenmelerinin yaygınlaşmasına bıraktı. Geçtiğimiz haftalardaki 48 saatlik genel grev ve 28 Ekim eylemleri nasıl muazzam bir mücadele birikimiyle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor.
Sermayenin yeni gözbebeği Papadimos önderliğindeki yeni hükümetin belki de en büyük talihsizliği, göreve geldiği tarihin 17 Kasım günlerine denk gelmesi. Malum 17 Kasım, 1973'te gerçekleşen cunta karşıtı ayaklanmanın bastırılmasının yıldönümü.
17 Kasımlar Yunanistan için daima önemli günlerdir; bizde 1 Mayıs nasıl bir anlama sahipse Yunan solu ve toplumsal muhalefeti için kasım ortasının önem ve manası da odur. Dolayısıyla "albaylar cuntasının" devrilmesinin önünü açan ayaklanma pekâlâ piyasalar cuntasının devrilmesi için mücadeleye de ilham ve yeni bir itki sağlayabilir.
Kritik bir haftaya giriyoruz. 17 Kasım eylemlilikleri yeni hükümete rağmen mücadelenin aynı hız ve şiddette sürdüğünü dosta düşmana gösterirse, hâkim sınıf nezdinde yeni hükümetin oluşmasının yarattığı iyimserliği dağıtabilirse, hükümeti ve bütün siyasal sistemi destabilize etme imkânını yakalayabilir.
"Sosyalist" PASOK öncülüğündeki "teknokrat-neonazi" hükümeti bir gün bile rahat nefes almamalı. Bu hükümet de kısa zamanda yönetemez hale gelirse, düşerse, güçler dengesinde emekçi ve ezilen kitleler lehine önemli bir kayma yaşanabilir. Sermayenin tek taraflı olarak ilan ettiği toplumsal savaş karşısında geri çekilmek, ileride bir zamanda gerçekleşecek seçimleri beklemek en büyük hata olacaktır. Son zamanlarda Yunanistan'da yeniden gündeme gelen ve sıklıkla anılan sloganın ifade ettiği üzere, "savaşa karşı savaş" vermek, yani yukarıdakilerin açtığı savaşı aşağıdan bir "savaş" ile cevaplamakta bir an dahi tereddüt etmemek gerekiyor. (FB/HK)