Demokrasi kavramının içinde büyük umutlar barındırdığı bir çağda yaşıyoruz. Herkes demokrasi istiyor. Demokrasi olunca ekonominin, açlığın, sefaletin yok olacağı, yerine eşitliğin, adaletin – kısaca mutlu bireylerin yaşayacağı bir sistem atfediliyor. Demokrasi burada bütün iyiliklerin meleği, onun dışında kalan tüm görüşler ise kötülüğün simgesi olarak lanse ediliyor. Dolayısıyla ya demokrasi ya demokrasi söyleminin egemen kılındığı, hatta alternatifsiz homojen bir tekliğin dünyasında yaşıyoruz.
Ancak unutulmamalıdır ki, Oscar Wilde 1891 yılında kaleme aldığı “Sosyalizm ve İnsanın Ruhu” adlı eserinde demokrasiye ilişkin şöyle bir tanım yapmaktadır: “Demokrasi özünde halkın halk tarafından halk için dövüldüğünden başka bir şey değildir.” (Wilde 1982: 29).
Günümüzde demokrasi “ilahi” bir kavram olmasının yanı sıra insanlığın bütün özgürlük ve haklarına ulaşmasının olmazsa olmazı olarak insanların beynine aşılanmaktadır. Bu bakışa göre her şeye karşı olunabilir, ama demokrasiye asla karşı olunamaz. Bundan dolayı hiçbir şey onun kadar alkışlanmamaktadır. Bu nedenle demokrasi asla sorunun kendisi değil her zaman bir çözüm olarak kabul edilmek zorundadır. Bu çerçevede gelişen “en iyi demokrat” olma yarışında herkes daha iyi demokrat olma görüntüsünü sergilemeye çalışmaktadır. Bu yarışta ise eleştiri veya öz eleştirinin asla yeri yoktur ve demokrasi üzerine tartışma yerine önce kendimizin ne kadar demokrat olduğunu kanıtlayan söylemler üretmek zorundayız.
Günümüzde “demokratlar” iktidara kayıtsız şartsız bağlı çok sesli koro işlevini yürütmektedirler. Ortaçağ rahipleri gibi bir doğrulama ayini yaparken artık kamusal alanın bütününde dünyevi tanrıya sistemin devamı için dua ederler. Demek ki genel kabul gören “demokrat”, araçların ve amacın anlamını giderek içselleştirmiştir. Dolayısıyla hareket ettiği alanı asla sorgulamamaktadır.
Tarihsel bir arka plandan günümüze doğru gelişen bu görüşe görünüşte biat ederken yanılsama içinde olduğunu görmeyerek başka bir anlayışa, örneğin demokrasiyi günümüz koşullarında yeniden tanımlayan yaklaşımlarla açık olamamaktadır. Bunun yanı sıra tarihselliğinden koparttığı demokrasiyi yenilenmeye ihtiyacı olmayan, ortaya çıktığı söylemini koruyarak bugün de geçerli olabilecek organik bir unsur olarak değerlendirmektedir. Totaliterlik olgusunun bugün bir anlamı olacaksa bu kavrama egemenliğin en totaliter biçimi olarak demokrasi oldukça yakışmaktadır. Çünkü demokratik egemenlik her an baskı ve diktatoryal erki kullanmakta beis görmeyebilir ve bunu uygularken hiçbir dışsal zorunluluğa bağlı olmadığı da ortadadır.
Demek ki demokrasi hem bir “kurtuluş” aşaması hem de çözüm olarak görülmektedir. O sihirli bir kelimedir. Yapıştırıcıdır adeta. Sürekli pişirilen bir karmaşıklıktır. Karl Marx “Gotha Programının Eleştirisi”nde 1875 yılında “demokratik cumhuriyet derken bin yıllık imparatorluğu gören kaba demokrasi” ifadesini kullandıktan hemen sonra Alman sosyal demokratlarının demokrasi anlayışını “böylesi bir demokratlık anlayışı polisin izin verdiği ve mantıksal yasak olan arasında hareket ediyor” ifadesiyle eleştirmektedir. (MEW 19:29) Bu tespit bugün hala geçerli gözüküyor, zira sistemi eleştirenlere yönelik deklare edilen önyargılar daha da güçlenmekle kalmayıp var olanı koruma dürtüsüyle hareket eden erkin tavrı giderek şiddet içermeye başlamıştır. Demokrasiye dair yaklaşımları genel kabul gören camiaya indirgeyen, milli irade ve genel irade kavramlarını eşitlemeye çalışan tavırlara boyun eğmeyenler şüpheli olarak görülmekte ve onlara karşı her türlü baskı meşru sayılmaktadır. O nedenle var olan sözde demokrasiyi korumak için çağımızın konsensusu “demokrasi için mücadele” etme olarak lanse edilmektedir.
Öte yandan bilinmelidir ki demokrasi bir burjuvazi kategorisidir ve motoru da Pazar ekonomisidir. Demokrasi ve Pazar ekonomisi – diğer bir ifadeyle kapitalizm – bir madalyonun iki yüzüdür. İşte o nedenle “resmi” demokrasi liberallik, bireysellik ve Pazar ekonomisini olumlayarak eşanlamlı kullanırken aslında bildiğinden fazlasını deklare etmektedir. Çünkü gerçekte sözü edilen özgürlük, insanların birer meta özneleri olarak pazarda alma ve satma özgürlüğüdür ve sadece ve sadece bu çerçevede kurumsal düzenlemeler ve çerçeve planlar hakkında bir müzakere hakkına sahiptir. Demek ki buradaki özgürlük, alma-satma hakkının savunmasıdır. Buradaki özgürlük, her türlü alternatifi, insanı alınır satılır bir meta olmasına karşı duran ve aksine insanı bütünlüğü içinde düşünmeyi amaçlayan farklı düşünsel renkleri kategorik olarak reddeden renkli kağıtlara sarıp sarmalanmış özgürlük adında bir kısıtlayıcılıktır. O nedenle özgürlük ve pazarın eşitlenmesi insanın temel özne olma anlayışına karşı çıkan ve doğru bir tanım kullanılacaksa ancak bir “pazar ekonomisi demokrasisi” olarak ifade edilebilir.
Bu bağlamda değerlendirildiğinde Yunanistan seçimleri ve SYRIZA’nın zaferi karşısında özellikle AB ülkelerinde görülen telaşı bir Pazar ekonomisi demokrasisinin korkusu ve dehşetidir. Ancak Yunanistan’da demokrasi kazanmıştır. Ama farklı bir demokrasi kazanmıştır. Tabanın rahatsızlığını doğrudan ifade edebildiği ve asıl gücün kendisinin olduğunu lanse ettiği bir demokrasi, alışılagelmiş anlayış tarafından kavranamamaktadır. Ege’nin karşı kıyısında yaşananlar bir akıl dışılık değil, aksine Yunan geleneğine tam bir uygunluktur. Orada siyasal yönelimin sermaye tarafından belirlenmesine karşı her zaman muhalif bir tavır ve ortak siyasal tepki yeşerebilmiştir. Son seçimlerde de Yunan halkı otonom bir karar alabilmiştir.
Alexis Tsipras’ın zaferinin Avrupa siyasi elitlerinde yarattığı “kızgınlık” ve öfke, Batı demokrasisinin geldiği noktayı gözler önüne seriyor. Onlar için demokratik süreçler ancak ve ancak kendilerinden olan burjuvazi zafere ulaştığında işleyebilecektir. Bunun tersi durum her zaman bir anomali olarak kabul edilmektedir. Ancak demokrasilerde Churchill’in dediği gibi, bazı zamanlarda farklı görüşte olanların kabul edilmesi gerekmektedir. Ve Yunanistan’da toplumsal koşulların topluma zarar verdiği düşüncesine gelindiğinde çoğunluk çıkarlarının tekil çıkarların önüne geçtiği bir gelenektir. Yunanistan’da halkın son yıllarda karşı karşıya olduğu toplumsal, sosyal, siyasal ve ekonomik koşullara ve bununla beraber Yunan halkının tarihsel başkaldırı geleneğine bakıldığında SYRIZA’nın başarısı hiç şaşırtıcı değildir.
Başta Alman şansölyesi Dr. Angela Merkel olmak üzere AB Troykası’nın Yunanistan devletinin iflastan “kurtulması” için önerdiği önlem paketinin ve önceki Yunan muhafazakar lider Samaras’ın kayıtsız şartsız bu önerileri – daha doğrusu dayatmaları – uygulamaya koymasının sonuçlarını kısa bir göz atmak yerinde olacaktır:
- Üretim ile kıyaslandığında geniş çalışan kesimin gelirleri hiçbir OECD ülkesinde olmadığı kadar düşmüştür.
- 2008 yılından beri yatırım yapılmamıştır.
- Transparency International verilerine göre Yunanistan rüşvet sıralamasında 174 ülke arasında 94’üncü sıradadır.
- İşsizlik oranı yüzde 26’dır ve her iki gençten biri işsizdir.
- 360 Euro işsizlik parası sadece bir yıl çalışmış olanlara ve bir yıl süreyle verilmektedir. Bunun dışında hiçbir devlet yardımı yoktur.
- 800.000 Yunan her türlü sosyal ve sağlık haklarından yoksundur.
- Bebek ölümleri ekonomik nedenlere bağlı olarak yüzde 43 artmıştır.
- Aynı nedenlere bağlı olarak intihar oranı yüzde 45 artmıştır.
Yukarıdaki sayılara bakıldığında, Atina demokrasisinin mirasçıları için Avrupa Birliği’nin tasarruf politikasının (austerity) esaretinden kurtulmak için temel bir ihtiyaç haline geldiği ortada. Artık Sol ülkenin iktidarında. Solu istemeyenlerin, Solun Yunanistan’da gerçekleştirdiği “bu aykırı” durumun İtalya, İspanya ve Portekiz’de “kötü” örnek teşkil etmesinden korkmaları, aslında “radikal sol” bir ittifakın kendi ülkelerinde de uzak bir ihtimal olmadığı ve hoşnutsuz kitleler tarafından benimsenme ihtimalinin olmasındandır. Bu nedenle tüm AB ülkelerinde başaramazlar veya başaramayacaklar sesleri yükselirken Sol’un önündeki sorun bütün ekonomik zorlukları aşarak dış muhalefetin sesini kısmaktır.
Bertolt Brecht’in dediği gibi “Dünyayı değiştir, onun ihtiyacı var.” Ve Yunanistan’ın değişime ihtiyacı var. Bu değişimin ne kadar gerekli olduğu kısa bir Alman yakın tarihine bakıldığında görülecektir. İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya dünyaya egemen olma hedefindeydi. Bu hedef ortadan kaldırıldı. Buna rağmen savaş sonrasında müttefikler borçların yarısını silmekle yetinmeyip Almanya’nın kalkınmasına katkıda bulundular.
Yunanistan’a bakıldığında tarihten örnekle kıyaslandığında böylesine büyük bir borç batağında değil. Ayrıca patronaj, yolsuzluk ve rüşvet sisteminin yıllarca halkın beline bükmesine rağmen AB Troykasının o karanlık sistemden çıkmanın yolunu rüşvet sistemini kuranlarda görmesi ve sosyal sistemi yok edici bir program önermesi, demokratik geleneğe sahip hiçbir toplum tarafından uzun süre kabul edilemezdi. İşte bu anlamda ülkede yayılan insani kriz ile mücadele, ekonomiyi kalkındırmak ve vergi adaletini yerleştirmek, istihdam olanaklarına yoğunlaşmak ve siyasal sistemi demokratikleşme amaçlı dönüştürmek olarak şekillen dört temel üzerinde iktidara talip olan SYRIZA’nın başarısı sadece Yunanistan için değil, benzer koşullar altında ezilen diğer AB ülkeleri için bir örnek olması umulmaktadır. Son olarak SYRIZA’nın radikal sağ ANEL parti ile kurduğu koalisyona dair söylenebilecek tek söz için tekrar Marx’a başvuralım: “Siyasette belli bir hedefe ulaşmak için şeytanla işbirliğine bile girilebilir - ancak bu oyunda şeytanı kandırdığından ve şeytan tarafından kandırılmadığından emin olunduğu takdirde.” (HOİ/HK)
* Hilal Onur-İnce, siyaset bilimci, yazar, doc.dr., Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Alman siyasal düsüncesi, toplumsal cinsiyet ve siyaset teorisi çalışıyor.