22 Mart, Van… 23 Mart, Yüksekova… 27 Nisan, Adapazarı… 1 Mayıs, Taksim.
Savaş ilanı…
Beş ölü, onlarca yaralı, yüzlerce tutuklama, işkence, gaz bombası, cop, panzer…
Geçen bir ay içinde bu dört yerde topyekün savaş ilanının nedeni, düşman bellenenlerce bayram ve şenlik yapma niyetinin beyan edilmesi oldu. Savaşı bazı yerlerde doğrudan devlet açtı, bazen de faşist milislerin saldırıları devletçe desteklendi her zamanki gibi. Savaş ganimeti de, 1 Mayıs akşam haberlerinde o günkü şiddetten duyduğu hayreti, "Hem de Nişantaşı'nda saldırdı polis!" diye anlatan İstanbullu kadının sözleriydi. "Orada" olanların "burada da olması ve "onlara" yapılanların "bize de" yapılması çok tuhaftı!
Maruz kaldığı şiddetin 2 Mayıs sabahı gazetelerde sekiz sütuna manşetten verileceğinden emin olarak uyuyanların sabahlarıyla, ölülerinin isimlerini manşetten düşmüş dördüncü sayfa haberlerinden okuyanların sabahlarını aynı ışık mı aydınlatıyor?
Dört kişinin öldüğü Newroz kutlamalarındaki şiddetin oranına dair ön açıklama yapmaya gerek bile duymadan halka saldırıldı 22-23 Mart'ta Van ve Yüksekova'da, dört kişi yaşamını yitirdi saldırılarda; Nişantaşı'na saldırıyı daha korkunç kılan nedir peki bazıları için?
Adapazarı linç kalkışmalarının son iki yıl içindeki beşinci perdesi 27 Nisan akşamı güvenlik içinde (!) sergilendi, bir kişinin ölümüyle sonuçlandı saldırılar. Halkın güvenliğinden sorumlu olanlardan soyadıyla müsemma bir üst düzey emniyet görevlisinin, 1996'da öldürülen gazeteci Metin Göktepe cinayeti davasında yargılanmış olduğunu öğrenmek 40 yıllık malumun beyanı olsa da, yine de ürpertici değil mi? (1) Öldürmeye, öldürülmeye, ölüme alışmak ne korkunç, faşizmi yadırgamamak ne kadar ürkütücü değil mi?
Neye hayret ettiğimizle neyin hasretini çektiğimiz arasındaki bağlantıyı son bir ayda Türkiye'nin ucunda bucağında yaşanan dört olay üzerinden düşünmeliyiz… Nişantaşı'na saldırılmış olmasından çok Adapazarı'nda olanlara hayret etmeli, 1 Mayıs İşçi Bayramı'nın ve Newroz'un Türkiye'nin her meydanında, hep birlikte coşkuyla kutlanmasının hasretini çekmeliyiz.
Bir Alman'ın hikayesinden ders almak
2000'de Almanya'da bir kitap yayımlandı: Geschichte eines Deutschen (Bir Alman'ın Hikayesi). 1999'da, Sebastian Haffner mahlasını kullanan Raimund Pretzel'in 91 yaşında ölümünden sonra, çalışma masasının çekmecesinde oğlu tarafından bulunan anılardı "Bir Alman'ın Hikayesi".
Kitap, Almanya'da basımından sonraki yıl Raimund Pretzel'in oğlu Oliver tarafından İngilizce'ye çevrildi, pek de kitabın özüne uygun olmayan Defying Hitler (Hitler'e Karşı Koymak) (2) adıyla. Birçok dile daha çevrilen kitabı dünyanın dört bir yanında milyonlarca kişi okudu. İbretle, hayretle, şaşırarak…
Bazıları, 70 yıllık bir geçmişin hikayesiymiş gibi okuduklarının aslında başkalarının hayatı değil, kendi yaşamları olduğunu fark ettiklerinde ürperdiler. Benzerlikler olsa da aslında tam özdeşlik olmadığına kendilerini inandırmaya çalışarak, eskiden yaşananların daha kötü olduğunu varsayarak… Tarihin tekerleğinin daima ileriye ve iyiye doğru döneceğini umarak… Faşizmin geçmişte kalmış olduğunu düşünüp kendilerini teselli ederek…
Bir Alman'ın Hikayesi, sessiz yığınları anlatıyor. Sessizliğin kötülüğünü ve yığınların sessiz uğultusundan duyulmaz olan faşizmin ayak seslerini anlatıyor. Koyun gibi uysallaşmış kitlelerin henüz ilan edilmemiş savaşlara bile verdikleri onayı, işkenceyi içselleştirmeyi, linçlere alışmayı, her şey aynıymış gibiyken değişiveren dünyayı… Alışılagelmiş hayatın usul akışının insanların ömürlerini içine gömüveren bir girdaba dönüşmesindeki sinsiliği… 1918 devrimini, Rosa Luxembourg'un ve Karl Liebnecht'in polislerce öldürülmelerini… Rathenau'un Consul örgütüne bağlı faşistler tarafından 1922'de katledilişini… 1923 hiperenflasyonunu… 1924–1926 arası yaşanan spor çılgınlığını… Faşizmi yenebilecek tek gücü, yani komünistleri bertaraf etmek için çıkarılan 27 Şubat 1933 Reichstag yangınını…
Faşizmin sinsi tırmanışının ayak seslerini, 25 yaşındaki bir hukuk öğrencisinin gözünden anlatıyor anılarında Pretzel. Sıradan bir insanın yaptıklarından çok yapmadıklarıyla faşizmi nasıl adım adım tırmandırdığını naklediyor hatıratında.
"Sanki Almanya'da bir şeyler yapılıyordu da, yapanlar ortada yoktu… Çekilen acılar aşikardı ama acı çekenler görünmez olmuştu… Her şey, sanki bir tür anestezi altında oluyordu. En korkunç olaylar sadece cılız bir tepkiyle karşılanıyordu… Cinayetler sanki okul çocuklarının masum haylazlıkları gibi algılanıyordu… Aşağılama sıradanlaşmıştı… İşkencede ölüm bile 'kötü talih' olarak görülüyordu… Almanlara boyun eğdirildiği söyleniyor şimdi. Bu, gerçeğin ancak bir kısmını ifade ediyor. Başka bir şeydi yaşanan, daha kötü, ifadesi güç bir şey: insanlar ülküdaş haline getirilmişlerdi, korkunç olan buydu aslında. Büyülenmiş gibiydi Alman halkı. Afyonlanmış halde bir rüya aleminde yaşıyorlardı. Çok mutluydular ama aynı zamanda korkunç derecede aşağılanıyorlardı; kendilerinden çok emindiler ama gururları yerlerde sürünüyordu; çok vakurdular ama öyle alçaktılar ki aynı zamanda. Zirvelere tırmandıklarını zannederken bir tümseğin tepesine doğru sürünüyorlardı aslında. Büyü bozulmadığı sürece bu hastalıklı hali iyileştirecek hiçbir ilaç yoktu."
"Yapılabilecek fazla bir şey kalmamıştı. Dayak yememek için faşistlerin örgütlerine üye olunuyordu. Kitlelerin büyüsüne kapılanları, birlik ve beraberlik ülküsünün, bayrağın cezbesine tutulanları hiçbir güç iyileştiremiyordu. Nazi karşıtlarının en büyük yanılgısı ise yavaş yavaş şekilleniyordu: partiye ve yan örgütlerine üye olarak, onlara katılarak Nazileri dönüştürebileceklerine dair inanç! Tarihi yapanlar, isimlerini ezberlediğimiz birkaç kişi değil kitlelerdi, yığınlardı aslında. Binlerce, milyonlarca bireyden oluşan yığınlardı. Hepimiz birbirimizin Gestapo'su olmuştuk" diyor Pretzel anılarında.
Aryan mısın?
1933'de Temyiz Mahkemesinin (Kammergericht) kütüphanesinde dava dosyalarına baktığı gün Pretzel, tırmanmakta olan faşizme karşı direnme gücünü kendinde buluyordu hâlâ. Doğrudan mücadele etmese de, asla faşizme teslim olmayacağı konusunda kendine inancı tamdı genç hukukçunun.
Derken kütüphanenin kapısı ardına dek açıldı ve bir yargıç SA'ların (3) binaya girdiklerini haber verdi. Yahudi avukatlardan birkaçı kaçmayı başardı. Kaçamayanları dövmeye başladılar SA'lardan biri Pretzel'e yaklaştı ve aniden sordu, "Aryan mısın?" (4) Pretzel'in ağzından hiç düşünmediği bir cevap çıkıverdi:
"Evet."
O "Evet" cevabı, 1933'e gelindiğinde sürecin tamamlanmış, büyünün kitlelerde tutmuş olmasından daha korkunç bir gerçeğin farkına varmasına neden oldu Pretzel'in. Sessiz kalmanın faşizmin en büyük yardakçısı olma anlamına geldiğini anlayıverdi.
Üzerinden tam 75 yıl geçmiş bir "Evet"ten bahsediyoruz. Burada değil, orada söylenmiş bir "Evet"ten. Zaman ve mekan aşımı duygusunun rehaveti içindeyken düşmanına benzemenin ne kadar da kolay olabileceğinin farkında bile değiliz belki çoğumuz. Çünkü Yüksekova'da, Van'daki ölümlerin gölgesinin kapladığı yerin, Taksim'den eksilişimiz olduğunun farkında değiliz belki çoğumuz hâlâ.
Adapazarı'nda olup bitenlerin etrafını aynen Trabzon'daki, Malatya'daki gibi, aynen 1933 Almanya'sındaki gibi büyülü bir çitle çeviriyoruz. "Oralara" mahsusmuş da "buralarda" olmazmış zannediyoruz. Sinclair Lewis'in 1935 tarihli kitabındaki gibi "Burada Olamaz!" (5) diyoruz. Romanında Nazilerin Almanya'da iktidarı ele geçirmeleri üzerine, buna benzer bir gelişmenin Amerika'da mümkün olamayacağı düşüncesinin son derece büyük bir yanılgı olduğu uyarısını yapan Lewis'in o zaman ve orada gördüklerini şimdi ve burada görmek zor çünkü. Kolayımıza geliyor burada olamaz demek.
Hangi evet?
Türkiye'de bugün "evet" cevabının verilmesi gereken iki soru var.
Bunların ilki, "Burada olur mu?" sorusu. Aslında sorunun gelecek zamana dair bir kabus tasavvuru olmaktan çoktan çıkmış olduğunu, buranın ve şimdinin sorusu olduğunu anlamak için şu güzergahı izlemek yeterli:
22 Mart, Van… 23 Mart, Yüksekova…27 Nisan Adapazarı… 1 Mayıs Taksim.
Taksim'e varmadan sağda müsait bir yerde, Adapazarı'nda inecek olanlar için de, "evet" cevabı verilecek ikinci soru, o şehre damgasını vurmaya başlayanların kendilerinden olmayan herkese yöneltmeleri muhtemel "Kürt müsün?" sorusu.
Hâlâ ülkemizden umudu kesmediğimizden, hâlâ gençliğimizdeki gibi halkların kardeşliğine inandığımızdan, 1 Mayıs 2008'de, 31 sene önceki gibi Taksim'de doğru yürümek için birlikte olduğumuzdan bu iki soruya cevabımız "evet" bizim.
Bir gün, hiç ummadığımız bir anda, "burada" tedavülden kalktığını umduğumuz, bize sorulmaz sandığımız bu sorularla karşılaştığımızda gafil avlanıp, sonradan utanç duymamak için, bu iki soruya vereceğimiz cevabı geç olmadan hepimiz düşünmeliyiz. (FÇ/GG)
Dipnotlar:
(1) http://www.cnnturk.com/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&HID=2&haberID=453215
http://www.cnnturk.com/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&haberID=453804
http://www.bianet.org/bianet/kategori/biamag/106009/yuksekovada-neler-neden-oluyor
http://www.emekdunyasi.net/tr/article.asp?ID=1943
(2) Sebastian Haffner (Author), Oliver Pretzel (Translator), Defying Hitler, Farrar, Straus and Giroux; (2002)
(3) Almanya’da faşist hareket, Münih’te (Bavyera) Kasım 1918 ile Mayıs 1919 tarihleri arasında egemenlik sürdüren işçi sovyetleri iktidarını yıkan gerici askeri harekâtın uzantısı olarak biçimlenmeye başladı. Bu harekâtın önde gelenleri, işçileri yanıltmak ve bölmek için Alman İşçi Partisi adıyla bir örgütlenmeye gittiler. Birinci Dünya Savaşının ardından Münih’e göçen Avusturyalı göçmenler arasında yer alan Hitler de bu partiye üye olmuştu ve ateşli hatipliği sayesinde sivrilerek 1919 sonunda partinin propaganda amirliğine atanmıştı. Bu parti 1920 Şubatında Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adını alacak ve 1921 Temmuzundaki parti kongresinde de Hitler kendini tam yetkili Führer (Önder) seçtirecekti. Hitler aynı zamanda Avusturya nasyonal sosyalist hareketinin de Führer’i olarak kabul edilmişti. Hitler partiyi sıkı bir merkeziyetçilikle yeniden örgütlemeye girişirken, vurucu güç olarak da Röhm’ün mimarı olduğu SA’lar (Fırtına Birlikleri, kahverengi gömlekliler olarak da adlandırılırlar) oluşturulmaya başlandı.
(4) "Safkan Alman mısın?"
(5) Sinclair Lewis, It Can’t Happen Here, 1935. Askerlerin, sanayinin ve kilisenin Amerikalı bir Führer yetiştirme çabasında bulunduklarını çizdiği faşist karakter Huey Long üzerinden anlatmıştır. Bu kitaba internet üzerinden erişim için: