Fotoğraf: Sosyal medya
“Uygarlığın kristalize olmuş hali usuldür.”
“Usul, esası bozar.” ilkesi anılır sıklıkla. Sahi, nedir bu “usul” dediğimiz şey? Neden usulünce işletmek bu denli majör bir ilkedir? İşlevi nedir? Hangi ihtiyaçtan doğmuştur? Usul ya da diğer deyişlerle yol, yordam, erkan da çokça atıfta bulunulan kavramlar olagelmiştir. Özellikle de vukufluk açısından kilit işleve sahip olagelmiştir.
“Eskiler…” diye söze başlandığında, genellikle hayatın imbiğince süzülen kıssalar anlatılır metaforlarla. Bunlardan biri de tasavvuftaki "Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir." sözüdür. Bir biçimde deneyimlerden süzülüp gelen, doğal hukuk da denen geleneklerden söz edilir.
Usulen bilgi
Sözlüklerde “ulaşmak, erişmek, sevdiğine kavuşmak”, manasıyla anılan vüsûl, usulün rehberliğinde gerçekleşir. İslam Ansiklopedisinin “vüsûl” maddesibu yazılamanın omurgası olarak değerlendirilebilir: “Hakk’a ve ilâhî hakikatlere vuslat yolculuğu belli ilke ve kurallar dahilinde gerçekleşir. Bu bağlamda sûfî çevrelerinde, “Usulü olmayanın vüsûlü olmaz”; “Usulü terkeden vuslattan uzaklaşır” ve Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî’ye nisbet edilen, “Vuslata erişememiz usulsüzlüğümüzdendir.” sözleri meşhurdur.”
Ahmed Arif, 33 Kurşun şiirinde “Bilmezlikten değil / Fıkaralıktan” der. Sokrates’in atsinekliğini anımsatan Sakallı Celal’in şu sözleri tıpkı yaşamı gibi manidardır: "Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir." "Meşrutiyeti getirdik olmadı, cumhuriyeti kurduk olmadı. Biraz ciddiyete ne dersiniz?"
Tasavvufi kültürden alınan söz usule atıfta bulunurken, Sakallı Celalden ve Ahmet Arif’ten yapılan alıntılar usulü ihmal edip bilgiye referans vermekte.
Oysa bilgi; usul yani yol, yordam, yöntem kullanmaksızın ne işe yarayabilir ki? “Uygarlığın kristalize olmuş hali usuldür.” sözünü anarız sıklıkla. Her ne biliyorsak bilelim, asıl belirleyici olan bilgiyi “nasıl” işlettiğimiz ya da kullandığımız yol olsa gerek. Bunu, “yöntem”in etimolojisinde görebiliriz.
Aṣl kökünden gelen uṣūl “yani usul 1. kökler, esaslar, ilkeler, 2. müzikte ritim kalıbı, 3. hukukta genel ilkeler” şeklinde tanımlanır. Usul, “kök, ilke” sözcüğünün çoğuludur.
“Asıl” da aynı kökten türer. Birinci anlamı bitki kökü, yan anlamı ise soy, ilke, temel, esas anlamlarına gelir.
Türkçenin etimolojisinde “yöntem”in anlamı şu şekilde yer alıyor: “yöndem”den gelir; yöndem, biçim, usul, kaide, yakışık, münasebet anlamlarına gelirken, kaynağı “yön”dür; yön, ön, “cihet, cephe” sözcüğü ile eş kökenlidir; ön veya yön “yüz, çehre, ön taraf; doğu” sözcüğünden evrilir.
Dilimiz sözlüğünde de yer alan metot yani ”method” ise Batı dillerine Latince’den, Latince’ye de Grekçeden geçer. Ortaçağda "hastalığın düzenli, sistematik tedavisi" anlamına gelen Latince methodus'tan, "öğretme ya da gidiş yolu”dan gelir. Grekçe “methodos” "bilimsel araştırma, araştırma yöntemi, araştırma" anlamındadır; kökeninde, bir yöntemin sistemin, yolun ya da tarzın yani bir şekilde yapmanın, söylemenin izinde ya da peşinde anlamları yanında "yol, patika" içerimleri de mevcut.
Gülhane’den Gezi’ye… Yıldız’dan Beştepe’ye… adını verdiğimiz bu yazılama dizisinin başlığında geçen Gülhane’den başlayarak neleri yapamadığımızı, yarım yalamak yaptıklarımızı, elimize yüzümüze bulaştırdıklarımızı, “Türkiye’nin en önemli problemi...” diye başlayan cümlelerin neredeyse iki yüz yıldır listeye yenileri de eklenerek aynı şekilde söylenegeldiğini düşünelim.
Bunca birikime diğer deyişle usule, yani yola, yordama atıf yapabileceğimiz bir kültürel mirasın üzerindeyken usulü yeterince işlet(e)memenin, bu göreli birikime kapalı olmanın anlamı ne olabilir? Bu duymazlık ne anlama gelmekte? Sahi bunların nedeni ‘tembelliğimiz’ ya da ‘aptallığımız’dan başka bir şey olabilir mi? Bunların yöntemsizlikle ilişkisi olabilir mi? Nasıl?
Yaşam, bir bakıma zamanın akışkanlığı, ele avuca sığmazlığı, zapturapt altına alınamazlığı ile anılır; bu nedenle “Hayat, su gibi akıp gidendir.” denir. Evet, hayat akıyor… Akan hayatın içinde savrulup gitmeden nefes almanın, kısacası yaşamanın koşulu yön, yol… Yolun kaybı, hayatın imkanını gerçekleştirmekten mahrum bırakıyor. Bir diğer deyişle akmayı, akıp gitmeyi yani yaşamayı sekteye uğratıyor.
Yol ve yollar
Herhangi bir içeriği problem çözme odaklı işleme kapasitesi olarak da görülebilen yöntem işletilmeden yapılan işlerin murad edileni gerçekleştirmesi beklenemez. Habitatımızda sıklıkla herhangi bir güçlükle karşılaşıldığında yaşadığımız şaşkınlık biraz da bundandır. O duruma uygun protokolü nedense işletemeyiz. Bu ve benzeri durumlara çokça tanık oluruz. Kimi zaman izleyicisi, kimi zamansa aktörüyüzdür. Her iki durumda da yaşanan zaman zaman trajik, zaman zamansa traji-komiktir. Yaşam, işte tam da bu anlarda kesintiye uğrar…
Bir işin usulünce yapılması, geniş anlamda görgüyle ilişkili olsa gerek. Bu nedenle Sakallı Celal’in pek yerinde dile getirdiği, hakikat içeren “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.” sözü, yöntemsizliğe de atıftır. Zira, verilen bilginin nasıl işletileceği kazandırılmamışsa, ortaya çıkan amorf yapı olsa olsa karikatür olur. Lisans diploması -alanı her ne olursa olsun- olan birinin dilekçe yazamamasına çokça tanık oluruz. Bir meramın kağıda nasıl dökülebileceğini düşünüp kotaramaz. “Eğitim (terbiye), problem çözme becerisi kazandırma sürecidir.” Problem çözmemizi sağlayan araç, bilgiden ziyade bilginin nasıl kullanılacağıdır. Bu da daha çok içine doğduğumuz habitattan kelimenin birinci anlamıyla görerek edinilen bir beceri olsa gerek.
Yöntem, ideolojiye içkindir. Biz nasıl hayatımızın türeviysek, hayatımız da izlediğimiz yolun. Her ne yaparsak yapalım, bunu belli bir yol ya da yollar izleyerek hayata geçiririz.
Niyetlerimizden bağımsız izlenen yol, yol değil ise hüsran, sonuçsuzluk, israf kaçınılmaz. O nedenle “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” Ve tabii “Bir yanlış bir başka yanlışla düzeltilmez.” İşlettiğimiz ya da işletmediğimiz usul, ideolojimizdir. Bizi inşa eden temel değişkenlerdendir. Zira bu, hukuk diliyle söylersek bir tür “içtihat”a yani herhangi bir durumda nasıl hareket edeceğimizin referansına döner.
Usul - esas
Usulü işletmeyenlerin renkleri ne olursa olsun, diğer deyişle fasadları farklı olsa da kullandıkları yöntem özdeştir, yani ontolojik anlamda benzerdirler. Sorunları ele alışları sorunludur; o nedenle yaklaşımları arasında farklılık yoktur. Bunlar arasında yaşanan gerilim, işte tam da bu nedenle yazılama dizininin ilkinde diyaletiksiz gerilim, bir tür “didişme” olarak adlandırılmıştır.
Bir alanı disiplin yapan nasıl o alanın özgül biçimde kullandığı yöntem ise, yöntemsizce hareket edildiğinde, hangi alanın içinde olursak olalım, o alana dair bilgi oluşması mümkün değildir.
Girişimlerin yeni sorunlar yaratmanın yanında yarım yamalak da olsa işleyen mekanizmaları bozduğuna tanık oluruz. 2010’dan bu yana birkaç örnek burada kavramsal anlamda ifade edileni somutlaştırabilir: 2018’de Dünyanın en iyi 3. havalimanı seçilen Atatürk Havalimanı’nın kapatılarak yeni havalimanı yapılması; Kanal İstanbul; milyarlarca ABD Dolarına mal olan ve eğitimde ‘çağ atlatacağı’ iddia edilen Fatih Projesi; 21 Mart 2013’te Nevruz günü ilan edilen Barış Süreci…
“Usul, esası bozar.”
28 Şubat gibi sembolik bir tarihte 6 siyasi parti lideri yeni bir “kurucu irade” olmak iddiasıyla aynı karede fotograf verdi. Başka bir rejim inşa etmek istiyorlar; her ne kadar restorasyon dense de ilan edilen Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni, radikal anlamda değişiklikler içeriyor.
Referansı mevcut “yerli ve milli aşiretimsi rejimsizlik” değil, “eski Türkiye’nin” rejimi olsa da oldukça marjinal değişiklikler vaad ediyor. Yeni bir Cumhuriyet kurmak iddiasındalar. O halde kuruluşu hangi usulle ya da yöntemle işletecekleri sorulabilir mi? İşte o rafine hukuk ilkesi bu noktada anılmaya değer: “Usul, esası bozar.” Daha başlarken yanlış. Çünkü “içerimcilik”i bir ilke olarak işletmiyor. Eksiğin çaresi var ama yanlışın yok. Eksiğin telafisi yapılabilirken yanlışınki mümkün değil. Böylesi bir tutumun zorunlu sonucu kaçınılmazcasına yanlış olacaktır. Tarihsel belleğimizde bu duruma dair yeterince deneyim bulunmakta.
O nedenle kurucu irade, sıklıkla anılan o eşsiz kavramsallaştırma ile “Türklük sözleşmesi” üzerine yükseliyor. İhmal ettiği “eşit yurttaşlık”, içerimci ol(a)mayan demokrasisizliği, sosyal darwinist üstencilikle ‘helalleşmekten’ öte hesaplaşmayan bir kurucu irade, daha baştan yokhükmündeleşmek ihtimaliyle karşı karşıya…
“Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz.”
28 Şubat 2022’de ilan edilen metin, söylendiği gibi hiç şüphesiz bir mutabakat metni. Her ne kadar 6 farklı parti dense de mimari anlamda yapısal özellikleri kritik edildiğinde karşımıza kelimenin birinci anlamıyla sağ bir blok çıkıyor.
Toplumu kuşattığını iddia eden “muhalefet bloku”nun iradesi, “İktidar, ittifaktır.” sözünde dile gelen hakikati ihmal ederek murad ettiği yeni rejimi nasıl kurabilir? Bu ilkeyi işletmeden kuracağı rejim, güncel olanından kendini nasıl ayıracak, nasıl konumlandıracak?
Tablo, sağın muhtelif tonlarından oluşan görece homojen bir ontiğe sahip. Blokun yapı-sökümünü yapmaya girişmek, ne denli olumlayıcılıkla yaklaşılırsa yaklaşılsın, eleştirel yaklaşma sorumluluğundaki bizler için anlamlı bir giririşim. Lakin yukarıda sağın tonları olarak nitelendirilen yapıya içkin olan 100 yılı aşan bir tarihsel bilincimiz var: Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir.
(MVB/EMK)