Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti ile Gülen Cemaati arasındaki, çeşitli yolların denenmesiyle süren savaşın, "ciddi bir yere kadar" hız kesmeyeceği anlaşılıyor. İki egemen klik arasındaki bu çatışmalı dönemin mağduru ya da kazananı ise sokaklarda taleplerini dillendiren yoksul halklar olacak gibi.
Dolaşıma sokulan telefon kayıtları -muhatapları 'montaj' dese de- sistem içinde ciddi bir çürümenin, daha doğrusu, çürümüş bir sistemin tezahürü oluyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan ile yaptığı bir telefon görüşmesi, dinleyen herkes için, hiçbir şartta mevcut sistemin halkın lehine bir netice doğurmayacağını anlatmış oluyor.
Hiçbir şartta, diyorum çünkü siyasal iktidarlığa halka yaslanma ve "temiz dini duygular" iddialarıyla gelenlerin de, niyetleri böyle olmasa bile "iktidar olmanın doğası gereği" aylardır konuştuğumuz vaziyetin de öznesi olmaları kaçınılmazdı. "Halk için iktidar" ile "halkın iktidarı" arasındaki koca fark bu yaşananların özeti niteliğinde. Tıpkı, "Müslüman" olmak ile "kendine Müslüman" olmak arasındaki fark gibi.
Kaldı ki, hükümet, ortaya çıkan telefon kayıtlarını yalanlamaya çalıştıkca aklanacağını sanıyor ama böylece meşruluğu tartışmalı duruma getiren sürece katkı sunuyor. Dünya kamuoyu da, 'bataklıkta' kıvranan Türk hükümetinin yaşayacağı olası etkileri merakla bekliyor.
***
Meşruluğu tartışmalı olan hükümetin Kürt sorunu gibi devasa bir sorunla ilgili demokratik rol üstleneceği beklentisi de gerçekçi olmaktan uzaklaşıyor. Önümüzde Newroz var ve Abdullah Öcalan'ın inisiyatifiyle başlayan süreç birinci yılını dolduracak. Geçen bir yıllık sürede çözüm yolunda ayak direyen bir AKP vardı. Bir yılı pratik karşılığı olmayan, boş söylem ve vaatlerle geçiren hükümetin inandırıcılığı da kalmadı sayılır. "Beraber yürüdükleri yolda" şimdi de bu yolun sonuna gelip birbirlerini uçurumdan atmanın telaşına kapılan bir iktidar zihniyetiyle karşı karşıyayız.
AKP hükümetinin bir itifak hükümeti olduğu ve bu ittifakla 2002 yılından beri Türkiye'nin yönetildiği biliniyor.
İttifak taraflarından biri olan Cemaat ile giriştiği iktidar kavgasında ortaya saçılan gerçeklerden öğreniyoruz ki; Başbakan'ın kendisi, ailesi ve yakın çevresinin zimmetlerine geçirilen kaynağın haddi hesabı yok. Sorun, istifa eden dört bakanla sınırlı olmaktan çıktı ve son gelişme, hükümetin başı olan Başbakan'ı, bu para trafiğini bizzat yönlendiren kişi olarak karşımıza çıkarıyor.
Milyonlar yoksulluğun girdabında kıvranırken, iktidar, ancak bir türlü sıfırlanmayan paralarını saklarken kıvranıyor. Milyonların bir kısmı şaşkınlık, hayal kırıklığı içinde bu kirliliği izlese de, ortak duygu; öfke!
Hükümetin parlamentoda alelacele geçirdiği ve yine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de tereddütsüz imzaladığı yasa değişiklikleriyle birlikte önümüzdeki süreç çok daha hareketli geçeceğe benziyor. Bu "yasal dayatmalar", belki de Gezi Direnişi'nden de ötede bir direnişle karşılık bulabilir. Dolayısıyla, bahar, yeni bir direniş dalgasının, hem de ülkenin dört tarafında vuku bulacağı bir mevsime dönüşebilir.
Başbakan Erdoğan, Kürt sorununun demokratik çözümü için yaratılan imkanları görmezden geldi. Sayın Öcalan'ın barışçıl çözüm iradesini ne yazık ki ciddiyetsizlikle karşılayan bir tavır sergiledi. Bir yıldır süregelen müzakereleri bile yasal bir zeminde yürütmekten kaçındı. Tek taraflı olarak sürdürülen çatışmasızlık sürecini miting meydanlarında kullandı ve aslında bu süreci politik istismar konusu haline getirdi. Diyarbakır'a çağırdığı Barzani ve Şivan Perwer üzerinden bu istismarı yoğunlaşmış bir propagandaya dönüştürdü.
AKP "çözüm süreci"ne dair sorumsuz davranıyor ancak şunu gözardı ediyor; Kürt hareketinin bu sorumsuzluğa Türkiye halkları, demokrasi güçleri, barış isteyenlere olan yakınlığından tahammül ettiği malum. Haliyle, AKP mevcut negatif yaklaşımını korursa, karşısında sabırlı bir muhatap bulmakta zorlanabilir.
Bunları yazmamın nedeni umutsuzluk yaratmak değil. Aksine, bu kötü gidişatın sonunda mutlaka iyi şeyler olacağına inanıyorum. Ama bunu sağlayacak olanın adresi olarak kendimizi; ülkenin ezilen halklarını görüyorum. Başka niyetlerle çok söylendi ama, 30 Mart akşamı, evet, bir milat olacak. Kürdistan'da açığa çıkacak yeni siyasal tablo özünde Türkiye'nin demokratikleşmesinin de önünü açacak.
Yerel seçimler, Türkiye'nin eşitlik, özgürlük, adalet ve barış arayışında yeni bir sürece girileceği tarihi olabilir. Halklar, başta AKP olmak üzere düzen partilerine ders verirse, bu sonuçtan hiçbir iyi mahrum kalmaz, hiçbir kötü kaçamaz. HDP'ye yönelik ırkçı saldırılar aslında bu korku ve telaşı temsil ediyor. İktidar ve milliyetçi-sermayeci 'muhalefet' partilerinin ortak korkusu da; HDP ve BDP'nin ivme kazanması.
* * *
AKP, Cemaat ile çatışmasının Kürt sorunundan kaynaklandığını vurgularken; Cemaat de antidemokratik uygulamaları kendisinden bağımsız ele alıyor ve her ikisi de, Kürtleri, demokrasi güçlerini kendi saflarına dahil etmeyi istiyor. Oysa ne Kürtlerin ne de demokrasi güçlerinin "kötünün iyisi"ne ihtiyacı var; bu ülkenin ilerici gelenekleri daima alternatif olmayı, sistemin yedeğine kapılmamayı dün olduğu gibi bugün de başarır.
Beraber yürüdükleri yolda beraber hareket ettiler; beraber saldırıp beraber tutukladılar. Beraber bombalayıp beraber katlettiler. Beraber çaldılar, beraber yediler. Ama yolun sonu artık görünmeye başladı. (FT/HK)