Baştan söylemekte fayda var. Daha önceki yazıları yazarken elimden geldiğince yazdığım konunun içine kendimi sokmamaya, konuyu kişiselleştirmemeye çalıştım. Bu hafta pek öyle olmayacak, konu ‘gezmek’ olunca kendi deneyimlerimden fazla uzağa gidemeyeceğimi baştan kabul etmem lazım. Ben kabul ettim, siz de ettiyseniz buyurun başlayalım derim…
Çalışma hayatı açısından çok şanslı bir insan olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. “Sevdiğiniz işi yaparsanız, bir gün bile çalışmış sayılmazsınız” denir ya, benimkisi o hesap. Yeni zamanlarda pekâlâ bir ‘başarısızlık’ örneği olarak algılanabilecek şekilde farklı şehirlerde, hatta ülkelerde de olsa 27 yıl aynı işte çalıştım.
Sanayi toplumunun normu sabit işyeridir. Ev ve işyeri arasındaki klasik ayrım o zamandan kalma. Şanslıyım, ev ve iş hayatının kesin sınırlarla ayrıldığı bu dönemin sonuna yetiştim. “Mesai saati” ve “özel hayat” kavramlarının olduğu bu model artık günümüzde mürekkebi uçmuş, sararmış fotoğraflar gibi nostaljik olmaya başladı çünkü. Normun değişmesinde sıkıntı yok, değişim zaten toplumsal hayatın kendi normu. Ama yerine konan şey insanca değil, sıkıntı orada. Şunu eklemem lazım, iş hayatımdan arda kalan zamanlarda da gezmeyi hep çok sevdim ben. Yürümek kadar sevdim gezmeyi, her daim.
Zaten mizaç olarak gezmeye, başka insanlar, başka öyküler tanımaya çok teşneyim. Hayat hikayem, iş hayatım da hep buna paralel gelişti, ben şanslı olduğumu söylemeyeyim de kim söylesin yani. Her birini anlatmaya kalksam günler boyu sürecek anılarım var bir sürü ülkeden. Cehennem gibi bir havada, üstelik nemden görüşün buğulandığı bir zamanda Tayvan’ın Taichung otogarında tayyörle kan ter içinde otobüs arama hallerim; gece yarısı başlayan bir tur ile sabaha karşı çıkmayı başardığım Fuji Dağı zirvesinde (zirve sözcüğü gözünüzü korkutmasın, Japonlar sevdiklerinize kartpostal atabilmeniz için postane kurmuşlardı zirveye) sırf o yolu tekrar inmemek için hayatımın geri kalanını orada geçirmeye karar vermem; Nairobi’de katıldığım bir safaride korkudan katatoniye girmem; Malezya’da Batu mağaralarında 272 basamaklı merdiveni ciğerim ağzımda çıkıp devasa tapınaktaki maymunları görünce çizgi filmlerdeki karakterler gibi iki metre öteye düşecek şekilde gözyaşlarına boğulmam gibi onlarca, yüzlerce anım var iş hayatından.
Sadece yurtdışı değil, bulduğum her fırsatta yurtiçinde de gezdim. En beklenmedik şehirlerden ne şahane anılarla döndüm. Her şehirde onlarca insanla zenginleştim. İşin aslı bu kadar çok örneği sizi etkilemek için verdim. Niye mi? Birazdan girişeceğim ‘gezme’ durumu üzerine sarf edeceğim lakırdıya sizi inandırmak için elbette.
Konu geniş, bin tane soru sorulabilir; nasıl gezilir, nasıl seyahat programı yapılır, hangi dönemde gezilir vs. ama şimdilik tek bir temel soruyla yetinelim. Temel soru şudur; “kiminle gezilir?” Son derece öznel bir yazı olacağı konusunda baştan uyardım sizi, gönlüm rahat o yüzden.
Benim bu temel soruya ilk cevabım, “gülebilen, gülmeyi tercih eden, gülmeye çalışan insanla gezmek lazım”. Gülme dediysem, derin sosyolojik tahliller gerektiren ya da felsefi bir ruh halinden beslenen ağırbaşlı bir gülmeden söz etmiyorum, tam olarak ‘Ciguli tarzı’ taşkın bir mutluluktan söz ediyorum. Öylesini seviyorum ben, taşkın yaradılışlıyım neticede, biliyorum.
Bu ilk reflekste anlaştıysak devam edeyim. Kiminle gezileceğinin diğer basamağı sizin gezilecek insan olup olmadığınız ya da nasıl bir gezme arkadaşı olduğunuz üzerine düşünmekten geçiyor. Örnekle açıklayayım; benimle doğa gezisine gidilmez, net! Ne keyif alırım ne de aldırırım. Sevmediğimden, yapmadığımdan değil, bana uygun değil, anladım zaman içinde.
Ben ki Japonya’da Fuji Dağı’na tırmanmış, zirveyi görmüş insanım, İzmir çevresindeki tüm tepelerde, dağlarda trekking yapmışlığım var. Gel gör ki, bu türden zerre keyif almadığımı anlamam yıllarımı aldı. Ben dağları, bayırları, ormanları, kanyonları değil birlikte gittiğim insanları seviyormuşum meğer, sonradan ayıktım.
Bir derginin düzenlediği gezi turunda uyandım bu gerçeğe; “Leyleklerin İzinde Bilmem Kaç Kilometre” adında bir tur programına katılmıştık yıllar önce. Akşamları çadırda kalıyoruz, ateşler yakıyoruz, gündüzleri leylek kovalıyoruz, fotoğraf çekiyoruz falan. Turun ortalarında bir zamanda, güpegündüz dağıldım ben. Siğim siğim ağlıyorum yürürken, kimse görmüyor, duymuyor ama dünyanın en sakin sinir krizini geçiriyorum kendi imkânlarımla. “Leylek miyim ben, niye leylek peşindeyim kaç gündür?” diye de sitem ediyorum kendime.
İşte o gün anladım ben doğa tatilinin benim tarzım olmadığını. Doğayı sevmediğimden değil, ben de doğanın içinde, yemyeşil bir ormana ya da masmavi bir denize bakarken mutlu ve tamamlanmış hissediyorum. Ama işte o manzaraya bakarken bir tahta sandalye ve masa, masanın üzerinde de çay, kahve veya şarap, kitabım, defterim, etrafta da “bir çay daha alabilir miyim?” diye soracağım bir garson istiyorum ben. Net yani.
Kiminle gezileceğini kesinleştirmek için denenebilecek bir başka yol, kiminle gezilmeyeceğine karar vermek. İzninizle birkaç kuple de bu konuda mırıldanmak isterim. Baştan söyleyeyim, ‘gezme eyleminden’ beklentisi sizinkine benzemeyen kimseyle gezmeyin. Yani birlikte seyahate çıkma kararını vermek için en çok bu hususa dikkat edin derim. Çok yakın, çok sevdiğim arkadaşlarım var birlikte gezmekten hiç keyif almadığım. Örneğin, “neoklasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heteredoks yaklaşımları” olan insanlarla gezmeyin, anlamazlar hâlinizden.
Başka bir hayal aleminden insanlar onlar. Hâl derken ne ruhi halinizden anlarlar ne de ekonomik durumunuzdan demek istiyorum. Empati ve şefkat gezmenin olmazsa olmazıdır. Tüm derdi hediyelik eşya almak olan, her oturduğu yerde otuz beş bin fotoğraf çeken, para harcamanın kendisine gezerken gördüğüne kafa yormaktan daha çok zaman harcayan insanlar zehir eder gezinizi, tecrübeyle sabit.
Şiddetin bin türlü yolu var, bu konuda etrafını ‘göremeyen’ insanlarla tatile gitmeyin. Çok şahane arkadaşlarınızdan olmayın bir seyahat yüzünden. Onlar hayatınızdan gitsin istemiyorsanız onlarla ikamet ettiğiniz şehirde görüşün, ev gezmesi yapın, kafede buluşun, dertleşin, laflaşın, vakitlice ayrılın!
Her gezmenin bir bütçesi var elbette. Âdet yerini bulsun diye değil de benim gibi ihtiyaca binaen geziyorsanız ayağı yorgana göre uzatmak şart. Konaklamanın dışında, dünya kadar masrafı var bu işin çünkü; yemesi, içmesi, müzesi, ulaşımı derken dağılıp gitmemek lazım. Herkesin geliri aynı değil elbet ama gezme işinde muhakkak gözetilmesi gereken konu, programı en düşük bütçeyi ayıran arkadaşa göre ayarlamak bence.
Yanlış anlaşılmak istemem, benim geziden beklentim en doğru beklentidir gibi bir hadsizliğe düşmeyeyim. Her gittiği yerden hediyelik eşya alıp, para sıkıntısı yaşamadan avcı-toplayıcı bir seyahat sürmek kötü bir şey değil elbet, sadece bunları seviyorsanız bunları sevenlerle gezin diyorum o kadar.
Bana sorarsanız edebiyat ve seyahat aynı kapıya çıkıyor. İkisinin de muazzam bir zenginleştirme gücü var. Gezmenin handiyse edebiyat kadar, belki de daha çok, dönüştürücü bir etkisi olduğunu düşünüyorum. İkisi de iyi insan olma yolunda gerçek bir kılavuz. Okumak zaten malum. Okumazsa nasıl yaşar ki bir insan! Nasıl tanır dünyayı, kendini! Nasıl sever bir insanı, nasıl aşık olur! Zaman zaman düşünürüm; Ulduz ve kargaları olmasaydı, Pulad'la beraber yediğimiz şeftalinin çekirdeğini toprağa gömüp bir şeftaliyi bin şeftali yapmasaydık, Nemeçek ölürken kalbime bıçak saplanmış gibi olmasaydı, küçük kara balığa serüveninde eşlik etmeseydim, bütün fareler birleşip o kediyi alt etmeseydik nasıl büyüyecektim ki ben... Değirmenoluk'ta İnce Memed'le bir olup Abdi Ağa'ya başkaldırmasaydım nasıl söz edecektim haktan, adaletten! Irazca'yı tanımasaydım, Mürşit'in dünya ağrısı içinde kıvrandığı otelde kalmasaydım, sevdalı faşiste 'dur, yapma' demeseydim ya da Jean Valjean'a o kuytu, karanlık sokaklarda kaçarken yardım etmeseydim yine de aynı insan olur muydum acaba? Sanmam.
Gezmek tam olarak böyle bir şey işte! Gezdiğin her yeni şehir, yeni insanlar, yeni öyküler demektir. İnsanın hiçbir geziden aynı insan olarak dönmediğini düşünüyorum. Geçen hafta “kiminle gezilir?” sorusunun vücut bulmuş yanıtı, kadim gezi arkadaşımla, Güzin’le, Diyarbakır’daydım. İşte bu son gezi üzerinden anlatmak isterim gezme eyleminin bizi nasıl zenginleştirdiğini, nasıl dönüştürdüğünü…
Aslında aylar öncesinden planladığımız bir geziydi. Malum, pahalı biletlere mahkum olmamak için uçak bileti konusunda aylar öncesinden davranmak lazım. Ayrıca, ikimiz de ballı kadınlarız, “Sur Kültür Yolu Festivali” tam bizim seyahat dönemi ile kesişti. 8 Ekim günü bir uçak dolusu Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası sanatçısı ve askerliği Diyarbakır’a çıkan genç ile birlikte vardım şehre. Dile kolay 25 yıl olmuş Diyarbakır’a gitmeyeli, mutluluktan ve heyecandan sarhoş gibiydim şehre ulaştığımda.
Diyarbakır hakkında tarihi ve turistik bilgiye sahip olmak başka, tüm şehri kitap okur gibi gezmek başka bir şey. Binlerce yıldır Anadolu ile Mezopotamya arasındaki geçit konumundan mütevellit tarih boyunca ticaret, siyaset ve kültür merkezi olmuş bir şehir burası. Bu bir tanıtım yazısı değil, o yüzden sadece Suriçi kadar etkileyici çok az yer gördüğümü söyleyip duracağım izninizle. Çünkü Diyarbakır’dan ziyade Diyarbakır’ı gezmeye ilişkin yazmak istiyorum ben.
Gezmek demek, eğer niyetin bu ise, anlamak demek. Gezmek demek iletişimde bulunmak demek. İletişim süreci, aynı zamanda bir öğrenme sürecidir. Girdiğimiz her iletişimden bir şeyler öğrenerek çıkarız. Her iletişim sürecinin sonunda, anlam yaratacağımız için, istesek de istemesek de başka bir insan oluruz.
Üstelik sadece dil ile sözcükler ile olmaz iletişim süreci, sözcüklerle öğrendiğimiz kadarını söz içermeyen uyaranlarla da algılar ve anlamlandırırız. Sözsüz iletişim ile de anlam aktarırız. İnsanların ses tonundan, beden mesafesinden, yüz ifadesinden, bakışlarından, kısaca iletişim aktörlerinin içinde bulunduğu koşullardan da iletiriz ya da algılarız mesajları.
İletişim profesörü Asker Kartari’nin dediği gibi “Birey konuştuğunda sözcükler, konuşmadığında ise susma istenilen mesajı taşır.” Üstelik sözlü iletişim gibi istenildiği noktada kesilemez, durdurulamaz bir şekilde anlam taşır sözsüz iletişim. Kültür, onlarca tanımından biri olan “öğrenilmiş ortak davranışlar” ise, Diyarbakır’da insanı gerçekten etkileyen bir duygusal birliktelik olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Kültürel kimlikteki ısrar ile anlaşılma/tanınma ihtiyacı ve talebi her tabakadan insanın ortak duygusu. Beni havalimanından şehre götüren taksici de orada tanıştığım entelektüel de farklı kelimelerle de olsa “olduğumu sandığın kişi değilim, benim için seçtiğin sözcükleri kabul etmiyorum ama ben varım” diyor. Ön yargılarımdan sıyrılmam için verdikleri her örnekte, ikna etmek için giriştikleri her mücadelede ‘onların yanında olduğumu’ idrak edemeyecek kadar yaralanmış olduğunu gördüğüm insanlarla dolu şairane bir şehir Diyarbakır.
Sorunları çıkaran benzerlikler değil farklılıklardır denir. Eğer bu doğru ise sırf bu yüzden bile kültürel benzerliklere sürekli vurgu yaparak bu işin içinden çıkamayacağımızı bilmeliyiz belki de. Sorunumuzu “biz aynıyız” diyerek çözemediğimiz ortada.
Diğerini, onun kendini anladığı ve tanımladığı biçimde anlamak için ihtiyacımız olan tek şey ‘dinlemek’ olabilir. Dinlemek ise güç ile, iktidar ile ilgilidir en çok. Güçlü gibi görünenin güçsüz gibi görüneni dinlemesi çoğu kez sandığınız kadar kolay ve yaygın değildir. Koca şehrin, Diyarbakırlıların, ilk olarak birilerinin kendilerini “dinlemesine” ihtiyacı varmış gibi geldi bana.
Evrim Kepenek ile Ece Deniz’in yazısını okuduğum gün Suriçi’ndeydik. Diyarbakırlı bir arkadaşımız bize daha o sabah 2015’teki çatışmaları ve ölenleri anlatmıştı uzun uzun. Yaşananları bir de onun ağzından dinledik. Okuduğum hiçbir gazete haberinde yer almayan ve içimizi parça parça eden ayrıntılar anlattı. Çatışmalarda ölen polislere de rahmet okuyarak, onların da suçu olmadığını vurgulayarak, bunun kazananı olmayan bir çukur olduğunu söyleyerek anlattı. “Biz terörist değiliz” dedi sonunda, “siz öyle biliyorsunuz ama değiliz.”
Dört günlüğüne gitmiştik Diyarbakır’a. Rozerin Çukur’un ve o karanlık dönemde hayatını kaybeden herkesin cesedini sırtımıza almış gibi bir ağırlıkla döndük o gece otelimize. Önce, Sur’da yıkılan yerlere yapılan o uluslararası kahve zincir mağazalarının hepsinin camını indirmek istedim çaresizce. Sonra kendime kızdım bu düşünceden dolayı, bilemedim ne yapacağımı, kalakaldım öylece.
Konuştuğumuz diğer insanlar arasında festivalin normalleşmek için bir fırsat olduğunu düşünen de vardı, saygısızlık olduğunu düşünen de. Etkinliklere katılmak için sıraya giren de vardı, sokağından geçmemeye yemin eden de. Diyarbakır acayip bir coğrafya. Birbirinden farklı şeyler düşünen, farklı şeyler söyleyen herkesin ama herkesin haklı olduğu bir coğrafya bu. Diyarbakır’dan önce böyle bir şeyin mümkün olmadığını düşünürdüm. Mümkünmüş. Öğrendim.
Şahane insanlar da tanıdım. Dünya görüşü olarak birbirimize hiç benzemediğimiz ama dört gün boyunca bana hayatımda gördüğüm en şefkatli ev sahipliğini sunan, bundan sonra ömrüm boyunca arkadaşım olacak Nevzat, gördüğüm en etkileyici Ermeni Kilisesi olan Surp Giragos Kilisesi’nden Garo ve zarif eşi, festivale katılmayan İskender Paşa Konağı’ndan Mücahit, festivale etkinlik mekanı olarak dahil edilmeyen Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi’nden adını sormayı maalesef unuttuğum kilise çalışanı gibi. Ama en çok, daracık yollarda yürürken sıklıkla yolumuzu yönümüzü kaybettiğimizde bir anda karşımıza çıkıveren, o kısacık temas anında bile evlerden balkonlardan bize yol tarif etmeye çalışan, gözlerinin içi gülen Diyarbakırlılara müteşekkirim. Bir laf varmış eskiden “Diyarbakır’a bir gelen ağlar, bir giden” diye, ilk elden deneyimleyip döndüm.
Kendi adıma bir meseleyi daha kolaylaştırdı Diyarbakır gezisi, söylemeden geçemeyeceğim. Futboldan zerre anlamam, anlamadığım gibi sevmem de. Tuttuğum takımı soranlara, konu uzamasın diye Beşiktaş der geçerim. Sorsanız tek oyuncusunun adını bilmem. Ama bu geziden sonra tuttuğum takımı soranlara Amedspor diyeceğim. Takımımı da sonuna dek destekleyeceğim.
Ayrılırken bin bir teşekkür ettiğimiz Nevzat, “artık fahri Diyarbakırlı olarak bizi anlatmak sizin boynunuzun borcu” dedi bize. Ona verdiğim sözü tutmaya bu yazıdan başlayayım dedim biraz da.
Kerem ke!
(AA/AS)