Yılmaz Güney üzerinden yürütülen tartışma ve polemikler bu bahar yaşadığım bir anımı yeniden bana hatırlattı ve bunu geç de olsa paylaşmama neden oldu.
Yılmaz Güney’in de karşısına durup mücadele yürüttüğü kapitalist sistem her gün biraz daha bizden bir şeyler alarak yoluna devam ediyor.
Günümüz dünyasının hemen her yerinde en temel gündemlerden bir tanesi ekolojik yıkım.
Bu yıkım o kadar görünür olmaya başladı ki, her birimiz kendi hayatlarımızda da bu durumu gözlemleyebiliyoruz.
Toprak ve su hızlı bir şekilde kirleniyor, kuraklık, seller, orman yangınları artıyor, deniz seviyeleri yükseliyor, okyanuslar tuzlanıyor, balıklar ölüyor, açlık, yoksulluk derinleşiyor, ‘iklim göçleri’ görülmemiş sayılara ulaşıyor, birçok ülke daha şimdiden gıda güvenliğini ve egemenliğini kaybetmiş durumda, milyonlar sokaklarda konutsuz yaşarken her şehirde binlerce boş beton/kutular yükselmektedir…
Bütün bunlar olurken bir tek kapitalist sermaye sahiplerinin sermayelerinde bir artış var.
Onlar tükettikçe, sermayelerini daha da büyüttükçe biz bütün insanlık kaybetmeye devam ediyoruz. Bu duruma dikkat çekmek için bu yıl Fransa’da ‘Dünya Su Hareketi’ “ buluşması oldu. Mezopotamya Ekoloji Hareketi adına buluşmaya bende katılanlardandım. Kanada yerli halklarından, Mali’den, Şili, Kolombiya ve daha bir çok ülkede ‘Dünya Su Hareketi’ aktivistleri bir araya geldi.
Paris’te dahil olduğum buluşmanın Fransa'nın Paitou Charentes bölgesinde etkili eylemler ile devam etti. Melle, Niort, Potiers şehirleri ekolojik yıkıma karşı bir araya gelen binlerce insanı konuk etti.
Fransa’nın doğal hayatı dikkate almadan inşa etmek istediği büyük su toplama alanı – Bassin - inşaatını durdurmak için binler "No Passaran" / "Geçit Yok" diyerek yola çıktıklarında karşılarında Fransa, Almanya ve İsviçre’den gelen polisler, anti-eylem birlikleri duruyordu.
Bu arbeden çıkıp Paris’ten başlayıp Güney Fransa’da devam eden yolculuğuma Güney Batı Fransa Pau şehrine geçmek için devam ettim. Bir trenden inip diğer trene geçtiğimde derin bir nefes aldım. Zira iki tren arasında geçiş yapmak için sadece dört dakikam vardı. Bunu anlamakta güçlük çeksem de gerekli hızla hareket etmiş olmalıyım ki tam tren kalkmadan koltuğuma geçebildim.
Üzerimde kaç günün yorgunluğu ve panik ile karşı koltuğumda oturan kadına Fransızca “doğru trende olup olmadığımı” sorduğumda kendisinin İspanyolca cevabından doğru yerde olduğumu anladım ve daha rahat bir şekilde yerime yerleşmek için sırt çantamı yerleştirdikten sonra koltuğuma oturdum.
Karşımdaki kadın ise bir yandan beni incelerken öte yandan okumakta olduğu kitabından bir şeyler önündeki sarı sayfalı küçük defterine not ediyordu.
Kendisinde ilgimi çeken ilk şey kurşun kalem kullanması oldu. Hem kaç kişi şimdi bu kurşun kalemlerden kullanır ki. Hepimizin çantasında tükenmez ve de dolma kalemler durmaktadır. Mürekkep ve tükenmez kalemler, farklı kimyasal bileşenlerin bir araya gelmesiyle oluşur. Solventler, mürekkebin karışımına yardımcı olmak için kullanılan bileşenler olup sağlık açısından risk taşırken çevre içinde son derece tehlike arz etmektedir.
Sarı sayfalı bloknot ve defterler bende hemen eski zaman çağrışımı yapar. Kara önlüklü zamanlarıma giderim.
Evet benim o zamandan bu zamana büyüyen karbon izimi şimdi kendime bir hatırlatmam gerekecek. Kadını dikkatini de çekmemeye özen göstererek izlemeye devam ediyorum. Hemen hemen her bir yolcunun yanı başında, ya da ellerinde duran telefonların aksine kadının telefon kullanmakta ne kadar imtina ettiğini çantasında çıkardığı eski bir telefondan anlıyorum.
Yerime yerleşmiş biraz da nefes almış halim ile çantamdaki broşürleri çıkarıp bende onları okumaya başladım. Dünya Su Hareketi’nin Fransızca broşürleri dikkatini çekmiş olmalı ki İspanyolca “de dónde vienes?” cümlesi kulağıma geldi. Fransızca “d'où venez-vous ?, nereden geliyorsun” sorusunu çağrıştırdığı için kendisine Fransızca cevaplar verirken bir an kendisinin İspanyolcasından benim bir şey anlamadığımı, benim Fransızcamda da onun bir şey anlamadığını fark ettim. Ancak biz anlaşıyorduk bir şekilde.
Kendisine politik mülteci bir Kürt olduğumu, altı yıldır da Fransa’da yaşadığımı, ‘Dünya Su Hareketi’ buluşmasında geldiğimi söyleyince bu kez kendi saman sarısı küçük defterine “YOL” yazdı.
Anladığım Kürt olmamı duyması ile birlikte aklına Yılmaz Güney ve “YO”L filmi gelmişti.
Kadın ile göz göze geldim, gözlerim buğulandı. Doğduğum, büyüdüğüm topraklardan uzak bir yerde, yabancı bir dil ile kendimi elindeki kurşun kalem ile sarı saman sayfası defterine “YOL” yazan bir kadının karşısında buldum.
Sonrasında tren ara bir istasyonda daha bizi indirdi. İnerken kadına bir şekilde, yüzümdeki tebessüm, kalbimdeki sıcaklık ile ‘adios’ derken kendimi buluyorum. Ama sanki bir şeyler bu şekilde eksik kalacak, hem biz daha yeni yeni çeviri üzerinden konuşmaya başladık. Kendisinin İspanyolca öğretmeni olduğunu, şimdi daha yeni emekli olduğunu ve bundan tam yirmi beş yıl önce Portekiz’de bir tatilde tanıştığı Fransız kadın bir arkadaşını görmek için “Yol”lara düştüğünü anlatmaya başlamıştı ki…
Beni Pau’ya götürecek trenin iptal olduğunu ekranlardan okuduğumda ‘şimdi ne olacak?’ diye etrafımdan bakınırken adını hala bilmediğim İspanyol kadınında benzer bir serzeniş ile yanımda durduğunu görüyorum. Telefonumu istiyor, telefonumdan benim de gideceğim şehirde yaşayan arkadaşını arıyor, karşıdaki kadın Fransızca da bir şeyler söyleyince telefonu bana uzatıyor…
Biz bu kez garda bir kafede soluklanıyoruz, ben kahve, kendisi de yeni sıkılmış bir bardak portakal suyu içerken biz çeviri üzerinden sohbete devam ediyoruz. Kendisi yıllarca önce Yılmaz Güney’in “YOL” filmini izlediğini, Türkiye ve Kürdistan’a dair ondan sonra zaman zaman bir şeyler okuduğunu söylüyor. “YOL’u bir daha izleyebilir miyim?’ diye bana soruyor, bende heyecanla, umarım birlikte diye devam ediyorum.
Bir buçuk saat kadar sonra kadın arkadaşı bizi almaya geldiğinde ben yirmi beş yıllık bir buluşmanın tanığı oldum bir anda. Onlar İspanyolca konuşurken ben onların gözlerindeki bakışlar, yüreklerindeki heyecandan her bir şeyi anlıyordum. Yolda mail adresini istedi benden, yazdım, bir ay sonra BEA adında bir kadında çok anlamlı ve de sıcak bir mektup aldım.
“Oğlum Pedro geçen gün bana Facebook hesabınızı gösterdi ve bana cep telefonunuzda (trende) gösterdiğiniz GİMEK kitabınızın kapaklarını tanıdım, onların kitap kapağı değil poster olduğunu ve sizin bir tasarımcı, görsel bir sanatçı olduğunuzu düşünmüştüm. Trende karşılaşmamız harikaydı, tesadüfen "Yol" anlamına gelen ve arkadaşım Isabelle ile tanıştığım yıl olan 1982'de çekilen YOL filmindeki gibi yolda karşılaşmak çok güzeldi... Hayatın tesadüfleri. Aynı tren vagonunda ve aynı varış noktasında buluşmamız tamamen tesadüftü…”
Bir “YOL”culukta Yılmaz Güney’in “Yol” filmi bana, Bea’ya, arkadaşı İsabelle’e güzel şeyler bıraktı. Bea ile mektuplaşmaya devam ediyorum.
Merdom ile kendimizi bir gün yola verip BEA’yı ziyaret etmeye dair ufak ufak planlar yapmaya başladık biz.
“YOL” özünde bir yolculuk filmidir.
“Yol, halkımın susturulamayan sesidir! Selam… Bin Selam!”dır diyordu Yılmaz Güney. Biz o yolda ses ve salam olmaya devam ediyoruz.
(EJA/EMK)