“Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir” fikri özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası daha sık tartışıldı. Bu söz, düz haliyle bir gerçeği ifade etmesinden öte, egemenler için de birçok kapıyı açan anahtar mahiyetindeydi. Suç ve şiddetin kolektif bir alana taşırılarak, failden herkese bulaşan bir suç izlenimi, bir ortaklığa davet hali…
Bu durum en çok holokost sürecinde kullanılmıştı. Öyle ki katliam pratikleri sıradan bir rutine, günlük yaşam içinde dikkate değmeyen bir anomaliye varmıştı. Bundan olsa gerek Naziler, 2. Dünya Savaşı’nda katlettikleri Yahudileri “Lebensunwertes Leben” (yaşamayı hak etmeyen canlar) olarak adlandırmıştı.
Zygmunt Bauman da esas suçu örtbas ederek, suçu ortaklaştırma aşamalarını “ahlaki kayıtsızlığın üretimi” ve sonrasında da “ahlaki görünmezliğin üretimi” şeklinde olduğunu anlatır. Tüm bu süreçler son derece steril, sistemsel usule uygun, nötr gerçekleşir. Kurbanı insan dışı kıldıktan sonra, Bauman’a göre yürürlükteki tüm uygulamalar ona meşruluk verir, bürokrasi araç verir, toplumun felç̧ olması ise “yol açık” işaretini verir.
Bir aşama daha vardır. İki aşama ile beraber, nihai bir aşamadır. Bu da “ahlaksal sorumluluğun toplumsal olarak sindirilmesidir.”
Kayıtsızlığın, görmezliğin ve nihai olarak sorumsuzluğun üretimi…
Bu dehşet döngüsü, modern çağın da bam telidir.
Kapitalizm ve onun şahsındaki tüm yapılar, insanın bildiği ve gördüğü şeyden sorumluluk hissettiğini elbette çok önceleri fark etti. Buna ek olarak; bir şeye karşı uzaklık arttıkça ona duyulan sorumluluğun da azaldığını bilir. Yani beş bin kilometre öteden bir tuşa basarak bomba yağdıran birinin hissedeceği bir duygu veya sorumluluk olmaz.
Tam da bu duygunun işlevsel olduğu 2. Dünya Savaşı sürecinde Alman filozof Karl Jaspers (1883-1969) “geçmiş, suç ve sorumluluk” üzerine çok değerli ve dönemine göre cesur çalışmalar yapıp, söylemlerde bulundu. Nazilerin iktidara gelmesi ile hedef olan Jaspers, işbirliğine yanaşmadığı için üniversiteden uzaklaştırıldı, profesörlüğü düşürüldü, yazılarına yayın yasağı getirildi (Yakın dostu Heidegger’in aynı zamanda Nazilerin tarafına geçmesi ve Freiburg Üniversitesi’ne rektör olarak atanması da aynı dönemde olur).
“Devlet düşmanı” ilan edildiği yetmezmiş gibi Yahudi olan eşinden ayrılması karşılığında canını kurtarabileceği teklifi yapıldı, kabul etmedi. “Almanya yeniden doğmak istiyorsa ulusal suçunu kabul etmeli ve toplumsal arınmaya gitmeli” diyerek; Nazizm’in kurbanları arasına girmemek için maskeli bir hayat süren ve olayları görmezden gelmeyi tercih edenleri ahlaki açıdan sorumlu buldu, her olayda onların payına işaret etti… Çünkü pisliğe bulaşmamış olduğunu düşünenler ona rıza göstermekle aynı şeyi yapmış oluyordu.
Kayıtsızlık, zulüm düzeninin can suyudur. Jaspers bunu iyi çözümlemişti.
Çünkü Jaspers’a göre kişi özgür olduğunun bilincinde olursa var olur. Özgürlük, özneler arası bir ortamda gerçekleşir, ötekinin; özgürlüğüm için hem muazzam bir destek hem de azımsanmayacak bir köstek olduğu gerçeğine çentik atar. İnsan ötekinin acısına kayıtsız kalırsa onun varoluşuna, özgürlüğüne darbe vurmuş olur. Bu da suçtur…
Fransa’nın Cezayir’i işgali sırasında yaşanan vahşetin tam ortasında Fanon aynı görüşü, “İşgalin ve işgal sırasında işlenen cinayetlerin vebalinin işgale karşı nötr ve kayıtsız kalan insanlara ait oluğunu söylüyorum” diyerek Jaspers’la aynı noktada buluşur.
Özetle burada mesele ve çağrı, etrafımızda olan bitene karşı sorumluluk konusudur. Bilgimiz, duyularımız tanıklık ediyorsa nasıl davranmalı? Kaçmalı mı yüzleşmeli mi?
Jaspers’in bu konudaki fikri şöyle: “Kulağı sağır olmayanlar için insan ilişkilerinin kaynağında, insan vicdanının derinlerinde sesi hiç bastırılamayan evrensel bir yürek çarpar.”
Bu gerçekten öyle midir? 17. yüzyılda La Boétie daha yüksek bir çıta koymuştu ezen ve ezilen kotasına. Fakat dinleyen oldu mu pek sanmam.
İnsanın sorumluluktan kurtulabileceğine inanmıyorum. Yerçekimi gibi peşindedir. En fazla ertelenebilir… Devletler kendi toplumlarını bilerek sorumsuzluk duygusunda tutarlar, toplumu zorunlu olarak unutmaya alıştırırlar. Bellek düşmanı oluşu bundandır. Özellikle “geçmiş” olgusu çok tehlikelidir. Geçmişi susturmak, sessizleştirmek bir devlet gerçekliğidir, esaslı bir politikadır. Mesela 4 Mart’ta, eski bakanlardan Hikmet Çetin “Dersim ve 1915 ile yüzleşilmeli” dedi ya, görün şimdi tepkileri. Niye? Çünkü geçmişin kodları ile oynanmaz, taşları yerinden oynatılmaz. Bu bir gelenektir.
Bugün bizim de başta aktüel gelişmeler başta olmak üzere, birçok şeye karşı mesafeli oluşumuz inkara gelmez bir gerçektir.
Toplum bir bütünen savunmasız durumda. Siyasal akıl ve refleks, çoğu yerde tasfiye olmuş durumda. Çok az insan göz önündeki kolektif suçlara ortak olmayı reddetmektedir. “Ya mazlumlarla yaşamak ya da onlarla birlikte ölmek” gerçeğine Türkiye’de bir seçenek daha eklenerek; “ya da cezaevine girmek” olarak güncellik kazanıyor.
“Cehennem” romanına, “Cehennemin en karanlık yeri, buhran dönemlerinde tarafsız kalanlar için ayrılmıştır” diyerek başlar Dan Brown. Gerçekten içinden geçtiğimiz bu haksız, anlamsız savaş ve toplum düşmanlığı ile perçinlenen dönemin en büyük kaybedenleri; yaşanan kolektif suça ortaklık eden, bir gram menfaati için iktidara koşulsuz yaslanan, orta sınıf nimetleri peşinde koşan, “beni etkilemez” diyen, başkasını suçlayarak kendini aklayacağını düşünen, yeraltından ölülerin sesi duyulurken yeryüzünde sessiz kalanlar olacak.
Bugün iktidar işlediği tüm suçları “ulus” adına yaptığını söyleyerek meşrulaştırıyor. En ufak şeyden en büyüğüne dek bu skalada gidiyor. Bundan ötürü cenaze alanlarını cazibe alanı olarak gösteren ve pazarlayan bir kayıtsızlığın içindeyiz.
Ölüm ve eğlencenin, dinsel ile mitselin, gerçek ile kurgunun bir aradalığına en fazla tanık olduğumuz bu dönemde çok fazla şeye şaşırıyor olmak, yok daha nelere demir atmak, biraz da üretilen kayıtsızlığın, sorumsuzluğun sonucu gibi.
Yine çok uzağa gitmeden; “bana oy vermiyorsan hizmet yok” tehdidinin bir gündem bile olamıyor olması, toplum felci ile gelen “yol açık” işaretinden başka ne olabilir?
(ÖA/VC)