CHP’nin geçenlerde büyük bir kampanya ile ilan ettiği uzmanlar ekibinin gösterdiği ilk şey, bu partinin de hakim neoliberal çerçevenin içinde kalacağı. CHP, neoliberal ekonomi paradigmasını verili aldığını geçtiğimiz seçimlerde ortaya attığı “Merkez Şehir” projesiyle zaten ilan etmişti.
Bu, dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun hemen gördüğü gibi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kuruluşundan beri izlediği Anadolu sermayesine yönelik ekonomik politikasının bir başka versiyonuydu; yani aslında 12 Eylül 1980 darbesinin kurumlaştırdığı neoliberalizmin yeni sermaye birikim stratejisi ile uyumlu bir yaklaşımdı.
Son yıllarda artan işsizlik, yoksulluk ve krize rağmen, öyle görünüyor ki CHP aynı neoliberal zemin üzerinde yürümekte kararlı.
Kampanya siyaseti
Bu karşıt görüşlerin aynı neoliberal paradigmanın değişik versiyonlarını oluşturmaları aslında dünya ekonomisinin içine düştüğü çıkmazın bir göstergesi olduğu kadar CHP’ni oluşturan toplumsal güçlerin ideolojik ve siyasal krizinin de göstergesi.
Örneğin büyük ve iddialı bir kampanya ile ortaya atılan “Merkez Şehir” projesinin niçin ve nasıl aynı hızla unutulduğu sorusuna acaba CHP yönetimi ne yanıt verirdi?
Maalesef böyle sorular soran gazeteci pek kalmadı. CHP’nin verdiği görüntüye bakarak, iktisadi ve toplumsal sorunları ciddiyetle ve sistematik biçimde çalışarak bir görüş geliştirmiş insanların partisi olduğunu söylemek biraz zor (örneğin 1974 CHP’si daha böyleydi).
CHP, daha ziyade, herkesin zaten gördüğü ve yaşadığı sorunlardan “şikayet eden” bir parti görünümünde. Genel Başkanının “Allah belanızı versin!” gibi acımasız çıkışları (!) bunun bir örneği.
Oluşturulan yeni uzmanlar ekibi de birilerinin önerileri sayesinde bir araya getirilmiş izlenimi veriyor. Bir öncekine benzer, büyük bir kampanya ile tanıtılması da CHP yönetiminin asıl güdüsünün, ayakları yere basan, sorunlara yönelik bir program geliştirmekten ziyade, (tıpkı önceki “Merkez Şehir” örneğinde olduğu gibi) şatafatlı bir kampanya yaparak seçime ilişkin bir etki üretmek olduğu izlenimi veriyor.
Bu kadronun bazı isimlerinin, en başta Jeremy Rifkin gibi birinin Türkiye ekonomisinin sorunlarına nasıl bir çözüm getireceği gerçekten merak konusu. Kendisi orijinal ve meşhur olabilir, ama işsizliğin ve yoksulluğun temel bir sorun olduğu bir ekonomiyi Rifkin’in “Üçüncü Sanayi Devrimi” kavramı ile, yani üretimin dijitalize edilmesini vurgulayan bir yaklaşımla nasıl içine düştüğü bunalımdan çıkarabilirsiniz?
Öyle görünüyor ki bu argümanla birileri bunalımdan çıkar, ama bunun işsizler ve yoksullar olacağı kuşkulu.
Yine de tamamen olumsuz olmamak gerekiyor. En azından, kimi zaman Selin Sayek Böke’nin yaklaşımında da hissettiğimiz gibi, neoliberal çerçevenin daha ziyade sosyal demokrat eğilimli ve hukuk devleti vurgulu bir versiyonu savunuluyor. (Gerçi, en azından en parlak döneminde AKP’nin yoksulları tamamen ihmal ettiğini de söyleyemeyiz; tersine yoksul emekçileri temsil ettiği yeni sermaye fraksiyonunun zenginleşmesine sıkı sıkıya bağlayan bir politik-ekonomik devre kurdular).
Eğer CHP bu yeni ekiple çalışacaksa, işin başında olacak gibi duran Daron Acemoğlu, hayli özlü ve profesyonel bir sunuşla bize ne yapılması gerektiğini anlattı.Acemoğlu’nun mülakat ve yazılarını dikkatle okumalı ve incelemeli. Ben burada sadece CHP toplantısına bağlanarak yaptığı sunuşa genel hatlarıyla değinmek ve bunun içinde bir noktayı vurgulamak istiyorum.
İnşaat sektöründen teknoloji ağırlıklı yatırıma
Acemoğlu’nun sunduğu manzaranın en genel hatlarıyla neoliberal ekonomi politikasına dönüş olduğunu söyleyebiliriz: AKP’nin son döneminde faizi ve liranın değerini düşük tutup ihracatı artırmaya çalışarak neo-merkantilist bir renk çaldığı neoliberalizmi uygun para ve faiz politikalarıyla rayına oturtmak ve enflasyonu denetim altın almak, özellikle hukuk devleti ilkesine bağlı kalmak ve yolsuzlukla mücadele, daha uzun vadede ise teknolojik yatırıma yönelik bir ekonomi hazırlamak.
Zaten Acemoğlu’nun 2001-2006 yılları arasını (ki bu dönem Kemal Derviş politikasının başarıyla uygulandığı AKP’nin de ilk hükümet dönemini kapsıyor) övmesi, bu dönemin AKP’nin ikinci dönemiyle bozulduğunu söylemesi bu anlama geliyor.
Acemoğlu’na göre, bu ekonomi politika basitçe verimliliği değil verimlilik kalitesini artıracak, ve Türkiye’yi daha üretken ve müreffeh, en önemlisi “gelişme” rayına oturmuş, dünya ile birleşmiş bir toplum haline getirecek.
Dikkat edilirse, bu yaklaşımın ana hedefi verimliliği artırma ve kalkınma; birincil hedef örneğin işsizliği ortadan kaldırma ve yoksullukla mücadele değil.
Bu ikinciler hep asıl hedefin ve ana politikaların uygulanması sonucunda çözülecek sorunlar olarak sunuluyor. Örneğin gelir dağılımı eşitsizliği —ki Acemoğlu Türkiye’de giderek arttığını ve dünya ölçeğinde kabul edilemez noktaya vardığını sıklıkla vurguluyor— enflasyonla mücadele sayesinde çözülecek bir sorun olarak görülüyor.
Enflasyonla mücadele de zaten doğrudan para ve faiz politikalarına bağlanıyor. Enflasyonun denetim altına alınmasının yoksullara ve dar gelirli çalışan nüfusa nefes aldırabileceğini reddetmemeli, ama gelir dağılımını düzeltmek için bunun ne kadar kalıcı bir çözüm olduğu tartışmalı.
Bu çerçevede en önemli ve olumlu nokta yolsuzluğa yapılan vurgu. Acemoğlu, haklı olarak, inşaat sektörüne ağırlık veren ve kendini yolsuzluğa açık kılan bir stratejiyi eleştiriyor.
Bu, belki de Acemoğlu’nun dile getirdiği en önemli sorun, çünkü sermaye birikim sürecini sermaye aktarım sürecine dönüştüren İslamcı yaklaşım (dinsel değil ekonomik tavrı dolayısıyla) ekonominin özellikle teknoloji ağırlıklı yatırımlara yönelerek çeşitlenmesini ve dünya ekonomisiyle daha yapısal ve arzulanan yönde bir entegrasyona girmesini engelliyor.
Fakat bu eleştirinin asıl önemli yanı seçenek olarak gösterilen yol ve bunun içerdiği kavramsal çerçeve. Buradaki sadece bir noktayı daha yakından izleyelim ve arkaplanına yönelelim.
'İnsan sermayesi': Neoliberalizmin temel bir kavramı
Acemoğlu’nun teknolojiye yatırım vurgusu hiç kuşkusuz eğitim sorunundan ve özellikle yüksek eğitimde “araştırma ve geliştirmeye” yönelik bir vurgudan ayırtedilemez.
Bilindiği gibi, bu örneğin Şevket Pamuk’un da yıllardır ısrarla hükümeti uyardığı temel bir konu. İslamcı yönetim ayrıca incelenmesi gereken nedenlerden dolayı bu önemli dönüşümü bir türlü başaramadı; görünüşte daha kolay ve özellikle gösterişli, ama kendisini büyük risklere sokan inşaat ağırlıklı bir kapitalizm çeşitine yöneldi.
Teknolojiye yatırım, boyutlu ve karmaşık bir konu, ama en önemli boyutlarından biri eğitim; yani gerekli bilgi ve becerilere sahip bir işgücü yetiştirebilmek. Bu bilgi ve becerilerin toplamına verilen ad neoliberalizmin en temel kavramlarından birisi oldu: “insan sermayesi.” Söylendiğinde herkesin anladığını düşündüğü bu kavram aslında ne anlama geliyor?
Etienne Balibar’ı izleyerek, insan sermayesi kavramının Marx’ın değer kuramının tam tersi olduğunu söyleyerek başlayabiliriz: Marx, sermayenin emeğe indirgenebileceğini, onun bir etkisi veya sonucu olduğunu ileri sürmüştü. Neoliberalizme göre ise, emek sermayedir.[1]
Bilindiği gibi, Marx’a göre, insanın üretkenliğinin yani çalışma kapasitesinin sermaye için “kullanım-değeri” vardır; sermayenin kurucu varsayımı, çalışan bedenin kendini yeniden-üretmesi için gerekli olandan fazlasını üreteceğidir.
İşte sermayedarın asıl satın aldığı şey olan bu çalışma veya üretme kapasitesine Marx “emek-gücü” demişti; ona göre bu gücün ürettiği “fazla” sermayedarın kârının asıl kaynağıydı ve kapitalist düzenin yarattığı eşitsizliklerin temelinde bu emek-gücü sömürüsü yatmaktaydı.
Neoliberalizm ise tam tersini söylemektedir: insanın çalışma gücü, yetileri, hüner ve marifetleri, (yani Marx’ın emek-gücü dediği şey) onun sermayesidir.
Bu kuramsal varsayımı asla küçümsememek gerekir. Çünkü neoliberal bağlamda bu yaklaşım tersine çevirmenin ötesine gider ve bireyci bir bakış açısını yeniden-örgütler, yeniden-anlamlandırır: şimdi herkes bir sermayedar, bir müteşebbistir. Klasik liberalizmden farklı olarak, neoliberalizmin yeniliği burada açığa çıkar.
Ekonomik öznenin davranışı pazarla sınırlı değildir; ekonomik özne artık tüm toplumsal alanlarda ve pratiklerde ekonomik hesap dürtüsüyle davranır, tüm toplumsal alan pazarlaşır.
En başta eğitim olmak üzere, evlilik, suç ve ceza, sosyal yardım, vb., doğrudan ekonomik olmayan tüm bu alanlarda, insan hep insani sermayesini yatıran ve kârını maksimize etmeye çalışan bir birey gibi ele alınmalıdır. Sadece kapitalistler değil, işçiler de birer müteşebbistir.
Neoliberalizmin toplumsal dünyasında sadece ve sadece değişik gelir düzeylerinde müteşebbisler vardır. Bütçesini kısarak oğlunun eğitimine aktarmaya çalışan dar gelirli işçi ailesi de bir kapitalist gibi yatırım yapmaktadır (oğlunun “insan sermayesi”ni, yani bilgi ve becerilerini artırmaya yönelik bir yatırım). Mezuniyetinden sonra yarı-zamanlı çalışarak MBA derecesi almaya çalışan oğul da böyledir.
Dolayısıyla, hem bu genci ailesinin patrimonyal egemenliğinden kurtarmak hem de aileyi mâli yükten kurtarmak ve gencin insani sermayesini daha özgür ve demokratik bir biçimde artırmasını sağlamak için bir kredi mekanizması hazırlamak ve ona borç vermek gerekir.
Mezun olduğunda elbette ödeyeceği bir borç, ki böylece aslında sermayenin üretkenlik ve kârlılık devresine daha öğrenciyken doğrudan girmiş olur. Demokrasi ve kapitalin bu harika buluşması sevindirici gibi dursa bile ABD’de birikmiş öğrenci borçlarının yarattığı muazzam soruna ilişkin süregitmekte olan tartışmayı hatırlayalım.
Bilgi nedir? Tekno-bilim ve siyaset
Neoliberal kuramın en önemli figürlerinden biri olan (ve Foucault’nun seminerlerinde görüşlerini ayrıntılarıyla incelediği) Gary Becker, “insan sermayesi” kavramını matematiksel olarak işlemselleştirmesi ve eğitim ve suç alanlarına uygulaması sayesinde iktisat alanında Nobel ödülünü almıştı. Buradaki temel soru, bireyin minimum harcama yaparak insan sermayesini nasıl maksimum hale getirebileceğine ilişkin bir model üretebilmek ve buna uygun ekonomik düzenlemeler yapmaktır (yukarıdaki öğrenci borçları bunun bir örneği). Foucault’nun seminerlerinde israrla vurguladığı gibi, klasik liberalizmin pazarın doğal bir ekonomik mekanizma olduğu görüşünden farklı olarak neoliberalizm pazarın ve kapitalizmin her yerde ve sürekli icat edilmesi gerektiği görüşünü savunur.[2]
Marx, sermayeyi emeğe indirgerken ekonomik bir hakikati ortaya çıkarmakla yetinmiyor, toplumun çalışan, emekçi kesiminden yana, eşitsizliği ortadan kaldırmaya yönelik etik-politik bir bakış açısını ifade ediyordu. Ekonomik bilgi onun için tekno-bilimsel bir hakimiyetin ifadesi, teknik bir uzmanlık sorunu değil, ancak etik-politik bir tavır alarak kullanılabilecek türden bir bilgiydi. Neoliberalizm ise, emek ve sermaye farkını silerek ekonomik bilgiyi, özünde bir müteşebbis kabul edilen insanın ekonomik davranışını modellemeye ve programlamaya yönelik bir teknik çerçeve olarak görür.
Kendini sosyal demokrat bir parti olarak gören CHP’nin bir “uzmanlar ekibi” oluşturması, bugün tüm dünyayı saran siyasetin krizi ve teknokratik seçkinlerin hakimiyetine teslimiyet değil mi? Kararların siyasal tartışma süreçlerinden ziyade teknik ve bilimsel bir hakimiyeti olduğu varsayılan uzmanlara dayanarak alındığı bir dünyada kitlelerin faşizan çözümlere yönelmesi belli ki CHP’yi hiç etkilememiş.
Üniversite, marjinal bir konu mu?
Ama bu genel çerçevenin bir başka, saklı boyutu daha var. CHP, şu veya bu koalisyon içinde iktidara gelirse, hiç kuşkusuz ilk el atacağı ve halledeceği sorunlardan birisi Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili durum olacak. Peki ama üniversiteler üzerinde varolan baskıyı ortadan kaldırmayı vaad edenler kendileri nasıl bir üniversite kuracak? İşte bu noktada CHP’nin gerçek tercihi ortaya çıkacak. Bu henüz tam olarak belli değil belki, ama “insan sermayesini artırma”, “toplumsal ve ekonomik fayda” terimleri içinde sunulacak bir üniversite politikasının asıl hedefi tamamen tekno-bilime yönelik bir üniversite kurmak, kaynakları mühendislik, ekonomi, işletme ve tıp gibi alanlara yöneltmek olacaktır. Tüm dünyada son on yılın deneyimi bunu gösterdi. Bugün dünyanın her yerinde üniversitelere “mâli yük” getirdikleri ve “kârlı olmadıkları” gerekçesiyle felsefe, sosyal bilim, sanat ve edebiyat bölümlerini kapatma eğiliminin ardında yatan bu “verimlilik” mantığı, yani neoliberal akıl yürütmedir. Halbuki bu ikinci gurupta yer alan akademik disiplinler, demokratik bir siyasal kültürün kalbinde yer alır; onlardan ekonomik gerekçelerle kurtulmak demokratik bir siyasal kültürün dokusuna çok ciddi bir zarar vermektir.
Kısacası, mümkün bir CHP iktidarı (elbette koalisyon içinde) bazı hukuksal ve siyasal reformlar belki yapabilir; ama CHP’nin ekonomi politikası, maalesef neoliberal paradigmaya sıkı sıkıya bağlı ve niyeti ne kadar iyi olursa olsun, gelecek açısından ne kadar demokratik ve sosyal bir perspektif içerdiği ciddi biçimde tartışmalı bir politika. (MM/APK)