İlk aşk unutulmaz, derler. Ya ilk dokunuş? Başka bir tenle arzu dolu ilk temas? Çocukluğun oyunları dışındaki o ilk an? Sahip olmak ve sahip olunmak arzusu ile yanan bedenlerin ilk vuslatı?
Gerilere, bayağı gerilere gittiğimde o vuslat anını bir türlü hatırlayamıyorum. Kimdi o ilk hakikaten bilemiyorum. Büyülü müydü, yoksa sıradan bir an mıydı? Ne hissetmiştim ilk kez bir erkeğe arzuyla dokunduğumda ya da arzulandığımda? Akıl unutur muhakkak ama ten de mi unutur?
Bu aralar yoksulluk üzerine düşünüyorum sık sık. Bir şeylerin yokluğunun yarattığı bir kimliklenme hali olarak yoksulluk en çok da aşk diyince geliyor aklıma. Herkesin allaya pullaya anlattığı o ilk tensel temasın hafızamdaki yokluğu hatırlatıyor yoksulluğumuzu. Bir erkeğin diğerinin elini tuttuğundaki sosyal onay yoksunluğu, bir kadının diğerinin memesine ürkekçe yattığında hissettiği özgüven yoksunluğu, sokaklarını babasını ağlatan bir gacının eve döndüğünde koynunda uyuyacağı, başını okşayacağı bir adamın yokluğu…
Kaos GL Dergisi’nin fi tarihinden kalma “Yoksulluk” sayısını okuyorum döne döne. Sosyal politika, çözüm olanakları filan hikaye; en çok “Yoksulluğumuz, Yoksunluğumuz” başlıklı sunuş yazısına takılıp kalıyorum. Ve o ilk dokunuşa dönüyorum. Kimselere anlatamayıp heyecanını içime gömdüğüm o ilk dokunuşa. İçime gömdükçe kelimelerimin azaldığı, sessizleşip köşeme çekildiğim ilk dokunuşa. Normal errrkeklerin gayet normal ilişkilerini övünerek anlattıklarında başımı salladığım; normal kadınların ise yine gayet normal ilişkilerini endişeyle karışık heyecanla anlattıklarında “Senin adına sevindim” dediğim zamanlarda gelen ilk dokunuşa. Ve en çok da yoksul hissediyorum kendimi. Güzelim hislerin dile gelemeyişinden ötürü yaşanan derin bir yoksulluk. Kader sandığım yalnızlığın getirdiği yoksulluk. Yokluktan bir durak öncesinde içimi saran yoksulluk.
Yoksulluk bazen anlatamamaktır. Gözünün içine bakıp seni dinleyecek, arada yarım ağız da olsa onaylayacak birileri olmadığı için susmak… İnsan ilişkisi denen şey bir tohumun yeşermesi gibi geliyor bana. Birine dokunmak tohumsa; o dokunuşu başkalarıyla bir vasıtayla paylaşmak o tohumu sulamak gibi.
Tuhaftır birilerinin “Ben varım” demek zorunda kalması. Her dediğinde ise yokluğa itilmesi. “Geçici bir hevestir canım”, “Küçükken tacize uğradığın için böylesin kesin”, “Bir doktora görünsen?”, “Özentilik oldu bu eşcinsellik”, “Trans olamazsın ya sen, belki eşcinselsindir”… Sorular çoğaltılabilir. Ama cevap tek. Yok değilim ben. Varım. Varlığımla yoksulum belki ama o yoksulluk da benim kabahatim değil. Vallahi değil. Siz yaptınız, biz yaptık. Hep birlikte yoksullaştırdık bizi. Dile geldikçe susturarak, bazen o dile birazcık sufle yaparak, sıklıkla da bozarak, anlamsızlaştırarak…
Tende başlar yoksulluk. Dokunurken ürktüğünde. Dokunurken sadece sen dokunmadığında. Araya bin türlü söz, kişi girdiğinde. “Elalem ne der”ler birleştiğinde ve hücum ettiğinde.
Ve tende biter yoksulluk. Dokunurken için kıpır kıpır olduğunda. Binler araya girmeyip yanında yürüdüğünde. Sokaklara sığamadığında. İğne atsan birine çarpacak kıvama geldiğinde ortalık. Yürürken birine değmeden geçemediğinde. Avazın çıktığı kadar bağırırken ufak bir omuz darbesi, göz süzmesiyle kendinden geçtiğinde. Yokluğa itilen “onur”unu binlerle paylaştığında. Yoksulluğunu yüzüne vuran ibnelik kıvanç olduğunda…
Yoksulluğumuz, sidikli kontesimiz… Yokluğumuzun armağan olduğu varlıklar… Senede bir gün uzak dursun bizden. 28 Haziran’da arzular şelale olup her gün yürüdüğümüz İstiklal Caddesi’nde aksın. 17 Mayıs’ta Ankara sokaklarında binlerin haykırdığı “Savaş savaş nereye kadar, seviş seviş ölene kadar” sözleri hakikatimiz olsun. (YT/YY)
* Bu yazı Fil dergisinin Haziran 2015 sayısında yayımlandı.