Son dönemde 11. yargı paketi ve çocuk suçluluğu üzerinden yürütülen tartışmalar, itildiğimiz dar tartışma köşesinden çıkarak çocuk hakları bağlamında bütünlüklü bir değerlendirme yapmamızı gerekli kılıyor. Konu sadece adalet sistemi içindeki çocukların statüsünün tanımlanmasına dair kısıtlı bir şekilde ele alabileceğimiz bir konu değil.
Aksine bu mevzu çocuk statüsüne yönelik bütünlüklü bir saldırının parçası. İSİG verilerine göre son 2 hafta içinde 7 çocuğun iş cinayeti sonucunda hayatını kaybetmesi ve geçen yıl bir araştırmanın ortaya çıkardığı üzere Urfa’daki gebelerin %15’inin çocuk(!) olduğu gerçeği, "çocuk suçluluğu" tartışmasını birlikte ele almamız gereken bağlamı bize gösteriyor.
"Yoksulluk şiddete açık hale getiriyor"
Çocukların "fail" olarak tartışıldığı bu kamusal söylem, çocukların maruz kaldıkları ihmal ve istismarın boyutlarını ve bu ihmallerdeki kurum ve kuruluşların sorumluluklarını görünmezleştiriyor. Bu durumu, çocuk yaşta zorla evlendirilme ve çocuk işçi sayısındaki muazzam artışla birlikte düşünmek gerekiyor. Eksik verilere göre bile çocuk işçi sayısı bu yıl 1 milyonu geçmiş durumda. Bu sorunlar, tekil vakalar olmanın ötesinde, çocukluğun yasal ve sosyal tanımını erozyona uğratan sistemik bir krizin göstergeleri.
Bu tablonun temelinde yatan en önemli bileşenlerden bir tanesi ise elbette yoksulluk. Zira çocukların çalıştırılması, erken yaşta zorla evlendirilmesi, eğitimden koparılmaları ve suça sürüklenmesi, her şeyden önce bir yoksulluk sorunu ve sonucu. Ekonomik krizin derinleştirdiği bu yoksulluk koşulları, çocukları koruyucu mekanizmalardan (en başta eğitimden) kopararak onları sömürüye, istismara ve şiddete açık hale getiriyor.

20 KASIM DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ
Depremin çocukları: 2,5 yılın ardından hak temelli bir bakış
Çocuk işçiliği "eğitim modeli" olarak normalleştiriliyor
Bu tablonun diğer en önemli müsebbibi ise bugün daha da geriye götürülmeye çalışılan 4+4+4 sistemi. ERG tarafından yürütülen izleme çalışmaları 4+4+4 eğitim sistemi ile birlikte çok sayıda kız ve oğlan çocuğunun eğitim sisteminin dışına çıktığı gösteriyor. Çocukların okul ekosistemi içinde sosyalleşmesi, temel bilgilere erişmesi ve akranlarıyla vakit geçirmesi gibi temel gelişimsel ihtiyaçları, kesintili ve uzaktan eğitimin yaygınlaşmasıyla daha da sekteye uğruyor. Eğitimin niteliğindeki ciddi sorunlar elbetteki tartışma konusu olsa da okulun koruyucu ve geliştirici ortamından kopan çocuk sayısı muazzam derecede artıyor. Bu kopuş, farklı cinsiyetler için farklı sömürü biçimlerini de beraberinde getiriyor.
Okuldan kopan veya eğitime erişimi yetersizleşen oğlan çocukları, ekonomik krizin ve yoksulluğun etkisiyle hızla çalışma hayatına itiliyor. Bu süreci hızlandıran ve meşrulaştıran en önemli mekanizmalardan biri de Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM). MESEM'ler, çocukları "stajyer" veya "çırak" adı altında, çoğu zaman asgari denetim ve korumadan yoksun şekilde doğrudan işyerlerine yönlendiriyor, böylece çocuk işçiliğini bir "eğitim" modeli olarak normalleştiriyor. Okulun sağlayacağı sosyal ve gelişimsel becerilerden mahrum kalan bu çocuklar, düşük ücretli, güvencesiz ve tehlikeli işlerde "çocuk işçi" olarak sömürülüyor. Son dönemde artan "iş cinayetleri" vakalarında MESEM'li çocukların adının geçmesi, bu eğilimin ne kadar tehlikeli bir hal aldığını gösteriyor.
"Çocukluk" tartışmaya açılıyor
Eğitim sisteminin dışına itilen kız çocukları ise kendi hayatları üzerinde özerklik sağlayabilecekleri kaynaklardan ve olanaklar mahrum bırakılıyorlar. Burada ortaya çıkan büyük risklerden biri de elbette erken yaşta zorla evlendirilme. Okul, kız çocukları için sadece bir eğitim alanı değil, aynı zamanda onları ev içi istismardan ve erken evlilik baskısından koruyan bir kalkan görevi görüyor. Bu kalkanın ortadan kalkması, kız çocuklarını toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliklere ve şiddete karşı daha savunmasız bırakıyor.
Bu iki somut soruna (işçilik ve evlilik) paralel olarak, "çocuk suçluluğu" tartışmaları da hukuki ve toplumsal bir zeminde çocuk statüsünü aşındırıyor. "Onlara da çocuk diyecek miyiz?", gibi söylemlerle yürütülen bu tartışmalar, çocukluğu tartışmaya açarak tüm çocukları daha güvensiz ve ihlallere açık hale getiriyor.
"Çocuk statüsüne yönelik saldırının sonraki adımı..."
Çocukların "çocuk" olmasından kaynaklanan çocuklara özgün adalet ihtiyaçlarını (korunma, rehabilitasyon, eğitim) yok sayan ve onları yetişkin ceza adalet sistemine iten bu yaklaşım; çocukların adalet sistemi içine girmesine sebep olan temel faktörleri, yani yoksulluğu, ihmalleri, eksiklikleri ve çocuklar için güvenli ortamı sağlamayan yetkililerin sorumluluğunu perdeliyor.
Çocuk statüsünü hukuki ve toplumsal olarak tartışmaya açan bu yaklaşım, aynı zamanda "Lanzarote Sözleşmesi" (Çocukların Cinsel Sömürü ve Cinsel İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi) gibi temel güvenceleri de risk altına sokuyor. Çocuk statüsüne yönelik bu saldırının bir sonraki adımı, sözleşmeden çekilme tartışmalarını ve çocuk yaşta zorla evliliklerin resmileştirilmesi taleplerini de gündeme getirebilir. Bu sebeple de tartışmada taraf olmanın bu sorumluluğuyla da hareket etmek gerekiyor.
"Süreci çocukluğa açılan savaş olarak okumalıyız"
Bu tablo, Neil Postman'ın "Çocukluğun Yok Oluşu" tezini hatırlatıyor. Postman, elektronik medyanın yetişkinlik unsurlarını çocuklara açarak, çocukluk ile yetişkinlik arasındaki o koruyucu "bilgisel" çizgiyi belirsizleştirdiğini savunur. Bugün Türkiye'de bu "yok oluşu" sadece kültürel bir süzgeçten değil, çok daha somut bir yerden yaşıyoruz. Çocuklar, yetişkinlerin dünyasına sadece medya aracılığıyla değil; yoksulluk, güvencesiz çalışma (MESEM) ve adalet sistemi yoluyla, yani doğrudan ve yapısal bir zorunlulukla itiliyor.
Postman'ın bahsettiği "bilgisel" erozyon, bizde "yaşamsal" ve "yapısal" bir erozyon olarak karşımıza çıkıyor. Çocuklar, yetişkin rollerini üstlenmeye zorlanarak, çocuk olma statüsünü fiilen kaybediyor. Bu yüzden bu süreci çocukluğa açılan bir savaş olarak okumamız gerekiyor.
Özetle çocuk işçiliği, erken yaşta zorla evlendirmeler ve çocukların suçlulaştırılması birbirinden bağımsız sorunlar olarak ele alınamaz. Bu üç olgu, temelinde derin bir yoksulluğun yattığı, patriyarka ve kapitalizmin "mutlu evliliğinden" doğan, birbirini tamamlayan süreçler olarak okumak gerekiyor. Sistem, öncelikle çocukları (oğlan çocuklarını) "işçileştirerek" ekonomik sömürüye, (kız çocuklarını) "evlilik yoluyla" toplumsal cinsiyete dayalı istismara maruz bırakıyor.
"Bütüncül bir bakış açısını hatırlatmak zorundayız"
Bu tablonun güvensiz ortamında suça sürüklenen çocuklar ise sonuçların tek sorumlusu ilan ediliyor. Hiç bir şeyin olması gerektiği gibi işlemediği, çocukların en temel beslenme, barınma haklarına bile nitelikli şekilde erişemedikleri bu tabloda nihai sorumluluk yine çocuğun kendisine yükleniyor.
Çocukların güvenli alanlarda eğitim alarak hayatları üzerinde otonomi sahibi olmaya, akranlarıyla vakit geçirmeye, geleceklerine dair hayal kurmaya hakları var. Bunu sağlamak ve çocukları sömürüden, istismardan, ihmalden korumak ise bugün çocukları suçlulaştıran kişilerin asli görevi. “Senin çocuğunun başına gelse”, “bunlara da çocuk mu diyeceğiz?” gibi cümlelerle yürüyen tartışmaları doğru zemine çekmek hepimizin sorumluluğu.
Yoksullukla mücadele eden, çocukları eğitim sisteminde tutan, ekonomik sömürüden ve ataerkil baskıdan koruyan ve en önemlisi onları "suçlu" değil "hak özneleri" olarak tanıyan bütüncül bir bakış açısını ısrarla hatırlatmak zorundayız. Merceği doğru yere tutmazsak çocukluk statüsünü yok etmeye çalışan bu akışın bir parçası olmak işten değil.
(HK/NÖ)







