Tarihsel bir değerlendirme söz konusu olduğunda, kapitalizmin yeniden yapılanma süreçlerinin bütün üst yapı kurumlarıyla birlikte üniversitelerin de “yeni düzene” uygun hale getirilmek istendiği, “tahrip edildiği” açık bir biçimde görülebiliyor. ABD hegemonyasında 1945’li yıllarla birlikte üniversitelerin ticarileşmesi, 1980’li yıllarda da şirketleşmesini-sermaye birikim alanı haline getirilmesini bu durumun yansıması olarak kabul edebiliriz. Bununla birlikte, Türkiye’nin kapitalist sistem içindeki konumu nedeniyle üniversiteler merkez kapitalist/emperyalist ülkelerden farklı olarak her iki değişimi, tahribatı 1980’li yıllardan sonra ve ardı ardına yaşadı. Bunun sembolü ve merkezi olarak Yükseköğretim Kurulu’nu (YÖK) örnek olarak vermek hatalı olmayacaktır. Hatta YÖK’e Türkiye’de neoliberal kapitalizmin üniversitelerinin kumanda merkezi olarak bile bakabiliriz.
6 Kasım 1981’den beri
Yarın 6 Kasım. Yükseköğretim Yasası, 44 yıl önce, 44. Hükümet’in, ‘cunta hükümeti döneminin yasası’ olarak yaşamımıza girdi. Üniversitelerimizde, öğretim üyelerimizin önemli bir bölümü tarafından okunmamış olsa ve numarası dışında adı bile doğru olarak bilinmese de üniversitelerin “teşkilatlanma, işleyiş, görev, yetki ve sorumlulukları” ile “öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer personel ile ilgili esaslar” 4 Kasım 1981 tarihinde kabul edilip, 6 Kasım 1981 tarih ve 17506 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak uygulamaya giren 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile düzenlenmiştir. Bu yasa ile yükseköğretim A’dan Z’ye düzenlenirken, beraberinde YÖK’ün kuruluşu ve burayı yönetecek Başkan’ın tercih edilmesi ve atamasının Cumhurbaşkanı tarafından yapılması da hükme bağlandı.
Ortaklığın ip ucu
İlk tercihi cunta lideri Kenan Evren yaptı ve İhsan Doğramacı’yı YÖK Başkanı olarak atadı. İkinci atamayı yine Evren, bu defa Cumhurbaşkanı sıfatıyla gerçekleştirdi. Ancak, başkan tercihi değişmedi. Üçüncü atamayı Turgut Özal yaptı. Başkan yine değişmedi. Özal dördüncü dönem atamasında Mehmet Sağlam’ı tercih etti. Daha sonra Süleyman Demirel beş ve altıncı dönem atamalarında Kemal Gürüz’ü, yedinci atama dönemine gelindiğinde Ahmet Necdet Sezer, Erdoğan Teziç’i tercih etti. Sekiz ve dokuzuncu atamaların tercihlerini Abdullah Gül yaptı; Yusuf Ziya Özcan ve Gökhan Çetinsaya. Recep T. Erdoğan 10. ve 11. dönem için Yekta Araç’ı, son olarak 12. ve 13. dönem için de Erol Özvar’ı atadı.
Cunta dönemini dışarıda tutarsak, altı Cumhurbaşkanı, 12 atama ve sekiz YÖK Başkanı. 45. Hükümet’ten 66. Hükümet’e 21 hükümet dönemi. Birbirinden ‘ayrı-farklı’ programlara sahip oldukları iddiasındaki liberal, sosyal demokrat, dinci, milliyetçi, muhafazakâr siyasi partiler muhalefetteyken “ceberut” ilan ettikleri YÖK’ü hükümetteyken gözleri gibi koruyorlar. 2017 anayasa plebisiti sonucunda 2018’de gerçekleşen rejim değişikliğini dikkate almazsak, altı Cumhurbaşkanı’ndan dördünün bu partilerin başkanlığını ve Başbakanlık yaptığını da anımsayalım. Dikkate değer bir süreklilik söz konusu. Peki neden?
Düzen için
Bu sorunun yanıtı için Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal dönemine, kapitalizmin neoliberal ekonomik politikalarının Türkiye gündemine girişinin resmi başlangıcı olan 24 Ocak 1980 Kararları’na kadar gitmemiz gerekir. Bu Kararlar, kapitalizmin merkez ülkelerinde başlayan yapısal krizini aşmak adına planlananların ve ulusötesi sermaye tarafından Türkiye’ye verilen rollerin kabulünün ve uygulanmaya başlamasının da bir mesajıydı. Yaşama geçirilmesinin önündeki en büyük engel örgütlü toplumsal muhalefetti. Toplum korkutulup, örgütsüzleştirilirken, ekonomik program da uygulamaya kondu. Bu tarihten itibaren, daha önce hükümetlerle birlikte değişen ekonomi, çalışma yaşamı, tarım, eğitim, enerji, sağlık vb. program ve uygulamaları değişmedi. Bütün hükümetler bu politika ve uygulamalara sahip çıktılar. Başaramadıklarında ya da durakladıklarında ise hükümetler değişti(rildi). Ancak, neoliberal politikalar baki kaldı.

24 OCAK KARARLARI
80 Darbesine Giden Yol
Düzenin üniversiteleri
80’li yıllara kadar Türkiye’de üniversiteler de toplumsal muhalefetin önemli odaklarındandı. Neoliberalleşme programı kapsamına alınmaması söz konusu olamazdı. Öyle de oldu. Muhalif kadrolar hapishanelere gönderilerek, işten atılarak susturuldu. Ardından emek piyasasının gereksinimleri kapsamında ara emek-gücü hedefi başta olmak üzere yeniden düzenlendi.
Üniversitelerde önce döner sermaye işletmeleri kuruldu. Eşzamanlı olarak eğitim, sağlık, tarım, teknoloji vb. birçok alanda hizmet ve bilgi “satış merkezi”ne, ticarethaneye dönüştürüldü. Ancak, toplum için bilgi ve hizmet üretiminden para kazanmak için ‘ticarethane üniversiteler’e dönüştürme, kapitalist dünya üniversitesinin güncel işlevini yerine getirmek için yeterli olmadı. Teknoparklar adı altında ‘üniversite serbest bölgeleri’ kuruldu. Öğretim elemanlarının da ortakları arasında olduğu vergi muafiyetli şirketlere alan açıldı. Bu ve benzeri uygulamalarla devlet üniversitelerindeki hem insan hem de laboratuar vb. kamu kaynaklarının da patronlara aktarılmasının yolları örüldü. Taşeronlaşma, esnek istihdam biçimlerinin laboratuarları yapıldı. Üniversiteler piyasa aktörü haline getirildi. Öncelikli hedef; kâr-kârlılık oldu.
İfade özgürlüğü yokken
“Yeni insanı yaratacak” ideolojinin yeniden üretildiği yerler olma özelliği üzerinden üniversiteler gerici, dinci kadrolarla donatıldı. Erkeklerle kadınların el sıkışmadığı akademisyenler, sosyal tesislerde alkollü içecek yasakları, havuzlarında kadın matineleri olağanlaştırıldı. Peki, akademik özgürlük? diye soranlara, soruyla yanıt verebilirim: İfade özgürlüğü olmayan bir ülkenin, toplumun üniversitelerinde akademik özgürlük sorgulanabilir mi?
Üniversitelerin ideolojik işlevi
Günümüzde üniversitelerin ideolojik işlevi arasında zihinsel üretim gerçekleştirmek yerine, bilgi deposu olabilecek beyinler üretilmesini de eklemek gerekiyor. Ayrıca, üniversitelerdeki öğrencilerin yüzde 75’inden daha fazlası fakülte dışındaki yüksek okul, meslek yüksek okulu vb. de öğretim görüyor. Bu okulların kuruluş gerekçesi esasen meslek kazandırmak, öğrencilerini mesleğinin becerisine sahip olarak-emek pazarına girmeye hazır halde mezun edeceği belirtilmişti. Öyle de oldu. Üniversiteler emek-gücü piyasası yönüyle ele alındığında; üniversite kapılarının öncelikle işsizlikte erteleme yarattığını da söylemek gerekiyor. Öğrenciler, para (harç) ödeyerek iş taleplerini ‘kendi rızalarıyla’ erteliyor. Mezuniyetlerinde de büyük çoğunluğu eskiden vasıf da gerektirmediği için üniversite diploması da sorulmayan temizlik, güvenlik vb. alanlarda iş bulabilmek için birbirleriyle yarıştırılıyor. Bu grup emek gücü pazarının son dönemde öne çıkan nitelikli ara emek gücü olarak da tanımlanabilir. Ancak kural aynı. Talepten çok daha fazlası arz edilerek. Daha okula başlarken işsizler topluluğunun gelecekteki üyeleri olarak.
2000’li yıllarla birlikte pek çok yüksek öğretim yasa tasarısı ile karşılaştık. Hatta bir tanesini “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” metni ile sunup alınan önerilere uygun olarak “yenilemenin” gerçekleştirileceği iddiasında olan YÖK Başkanlarını bile tanıdık. Hepsi lafta kaldı. Bugünlerde de üniversitelerle ilgili yeni düzenleme faaliyetlerinin olduğunu “duyuyoruz”. Dostlara seslenmek istiyorum; metin içeriğiyle ilgili öneriler sunmak, kamuoyunda ilk elden dikkat çekip, sorun yaratacak bölümlerin, ifadelerin törpülenmesinden başka bir işe yaramıyor. Şurasını, burasını düzeltme ve eksikleri için tamamlama önerileri üretmesinler. Üniversiteler özünde sermeyenin gereksinimine en uygun halde düzenlenmeye devam edecek. Toplumsal muhalefetin güçlenip konuyu gündemine alana kadar da böyle devam edeceğini söylemek kehanet olmayacak elbette.
Bizim üniversitelerimiz
Yapmamız gereken kendi üniversitemizin ayrıntılarını hazırlamak ve paylaşmak olmalı. Mali, akademik ve idari yönden özerk, toplumcu, insancıl, aydınlanmacı üniversiteyi yazalım ve anlatalım. Hiçbir öğrencisinin hiçbir şey için para ödemeyeceği, üç öğün yemeği, barınması, ulaşımı, eğitim ve öğretim araç ve gereçleri borçlandırılmadan, parasız karşılanan ve düzenli harçlık verilen, öğrencilerinin ve tüm çalışanlarının yönetime katıldığı, onbinlerce kitaplı kütüphanelerinin, spor sosyal ve kültürel alanlarının toplumun kullanımına da açık olduğu, toplum ve doğa yararı için bilimsel bilgi üreten, eleştirel düşünmeyi, tartışmayı ve dayanışmayı hayata geçiren gençliği ve geleceğin yeni dünyasını amaç edinen üniversiteler hedefimizi…
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın. (OH/TY)








