Şair İlhan Sami Çomak'a ve nicelerine...
Tam yirmi dokuz yıl oldu, bembeyaz duvağını giyerek çiçeğe durmuş bir kiraz ağacı görmeyeli, bir tayı annesinin arkasından sarsak sarsak yürürken izlemeyeli, yeni emmiş bir bebeciğin süt ve umut kokan ağzını koklamayalı, kantin gününde alınmış bir maydanoz demetinin arasına her nasılsa karışmış bir dal gelincik dışında çiçek görmeyeli, bir Haziran ikindisinde altına örtü serilmiş ceviz ağacının gölgesine sere serpe yatıp gökyüzünü, bulutları, turnaları izlemeyeli tam yirmi dokuz yıl oldu.
Annemin ya da sevgilimin pişirdiği karnıyarığı mutfaktaki bir ayağı biraz kısa olduğu için altına kâğıt sıkıştırdığımız tahta masamızda, kar beyazı porselen bir tabakta yemeyeli, bir otobüs durağına sığınıp ansızın bastıran kırkikindi yağmurundan tatlı bir telaşla kaçışanları mutlulukla izlemeyeli, su mavisi fayanslarla kaplı, beyaz sabun ve temizlik kokan bir banyoda yıkanmayalı, çıplak ayakla veya çoraplı halıya basmayalı, bir salkım üzümü dalından koparıp yemeyeli çok zaman geçti. Takvime vurursak yirmi dokuz yıl, zamana vurursak bir asır oldu.
Uzun ve incecik parmaklı bir kadın, ellerini saçlarımda gezdirerek "Günün nasıl geçti canım, sana bir yorgunluk kahvesi yapayım mı," demeyeli, karlı bir pazar sabahı, biber kızartması, patates kızartması ve tomurcuk çay kokan, camları buğu tutmuş sıcacık bir evde, gecikmiş ve şımartılmış bir kahvaltıya uyanmayalı, fırından alınmış sıcak bir pideyi ucundan yiye yiye eve dönmeyeli, bir kitapçıya girip uzun uzun, seve koklaya kitap seçmeyeli, İstanbul'u görmeyeli, babamın mezarına gitmeyeli, dostların çoğundan değil bir mektup bir selam bile almayalı, onlara gücenmeyi bile fazla göreli tam yirmi dokuz koca yıl olmuş.
Yirmi dokuz yıl oldu kestane görmeyeli, patlamış mısır yemeyeli, bisiklete binmeyeli –hâlbuki bisiklet şehirli çocuğun atıdır ve ben ne güzel binerdim ata-, tren beklemeyeli, tren beklerken garın emektar boyacısına ayakkabı boyatmayalı, yıllardır görüşmediği Belçika'daki hayırsız evlatları hakkında konuşmayalı, yaz sonunda evlerin balkonlarına asılan dizi dizi, rengârenk patlıcan, biber, domates kurularının o inceden inceye havaya yayılan kokusunu koklamayalı, pazardan nane ve fesleğen almayalı, akşamları çiğ sarı ışıklarla aydınlatılan karpuz sergilerinden karpuz seçmeyeli tam yirmi dokuz koca yıl oldu.
Annemle birlikte oturup erken saatlerde, gün daha yeni ışırken okula giden çocukların sabah mahmurluğuna, akşam eve dönerlerken de gürültücü neşelerine bir pencerenin arkasından şahit olmayalı, annemi evimizin önündeki küçük bahçede o siyah kazanda salça kaynatırken tatlı bir telaş içinde koşuştururken izlemeyeli, o bir taraftan salçayla uğraşırken yanından gitmeyeyim, sohbet edelim diye üzerine taze salça sürüp verdiği ekmeği minik minik ısırıp çok özlediği babam hakkında konuşmayalı yirmi dokuz kez üç yüz altmış beş gün geçti.
Cezaevi nakil araçları dışında otobüse binmeyeli, şehirlerarası yolculuk yapmayalı, uzun zamandır görmediğim sevgiliye giderken gecenin bir yarısı bozkırın ortasında, küçük bir şehrin çıkışındaki dinlenme tesisine giren otobüsün kapısı açılınca içeriye dolan serinlikle sızıp kaldığım koltukta içinde sevgilimin olduğu bir rüyadan uyanmayalı, o serinlikle uyanır uyanmaz şaşkın bir şekilde dışarıya bakıp nerede olduğumu anlamaya çalışmayalı, nerede olduğumu anlayınca sevgiliye iyice yaklaşmış olmanın mutluluğuyla gülümsemeyeli, aşağıya inip gözlerinden uyku akan gencecik garsonların bayatlamış çaylarından içmeyeli tam yirmi dokuz koca yıl oldu.
Nehir, orman, deniz görmeyeli, lüferi geçtim bir alabalık bile yemeyeli, horoz sesi duymayalı, eğilip bir pınardan su içmeyeli, şemsiye kullanmayalı, sabah istediğim vakitte uyanmayalı, annemin mayaladığı sütün üstünde bir parmak kalınlığında oluşan o sarı kaymağı sıcak ekmeğe sürüp yemeyeli, bir kadın tarafından aşkla katlanmış kıyafetlerimi yatağımın başucundaki çekmeceyi açıp da almayalı yirmi dokuz yıl olu.
Ellerim kelepçesiz ve iki yanım jandarmasız bir doktor muayene odasının önünde oturup hasta olmanın keyfini çıkarmayalı, ameliyat olduktan sonra bir yatağa kelepçelenmiş olarak acılar içinde iyileşmeyi değil de hasta yatağımın başucundaki sandalyede oturan ve ağzımdan fısıltıyla çıkacak en küçük isteği bile yerine getirmeye hazır annemin ya da sevgilimin elinden bir bardak su içerek iyileşmeyi beklemeyeli, ellerim ceplerimde ıslık çala çala eve dönmeyeli, polis tarafından aranmayalı, günlerce ışığı yakmadan, perdeleri açmadan dışarı çıkmadan bir evde saklanmayalı, fakültenin üçüncü sınıfındayken amfiye gelen polisler tarafından yaka paça götürüldüğüm için bir daha eve dönmeyeli, otuz yıla hüküm giyeli, tutuklandığım gün üzerimde olan paltoyla tam yirmi dokuz kış geçireli, bir daha gözaltına alınmayalı, ama hiçbir şeyden pişman olmayalı, giden gitsin diyeli, bedeli ne olursa olsun insan kalmaya karar vereli, ihaneti yaşamın hata paylarından biri olarak görüp kalanlarla yola devam edeli tam tamına yirmi dokuz yıl geçti.
Yani ki, yirmi dokuz yıl olmuş üzerinden kaç demir kapı kilitlenirse kilitlensin, kaç beton duvar kuşatırsa kuşatsın gövdeyi, beden ne kadar esaret altında kalırsa kalsın ruha kilit vurulamayacağını, beden esir olsa da ruhun özgür kalacağını bileli, insanı insan yapan şeyin direnme olduğunu öğreneli tam yirmi dokuz koca yıl olmuş.
Ben yirmi dokuz yıldır içeride olan bir şairim, kendim için değildir söylediklerim, bir sabah sayımı sonrası hücremin havalandırmasında volta vururken bütün mahpuslar adına mırıldandıklarımdır bunlar. Şiir değildir.
(AK/Ö)