Bu kitap ya da açık adıyla söyleyelim "Yılmaz Güney İle Paris'te İki Yıl", 1982 Eylül ayı ile 1984 Eylül ayı arasında, Paris’te Yılmaz Güney ile yaşanmış birinci elden anıları kapsıyor.
Kitabın yazarı Muzaffer Doyum’un, “Duvar” filminin çekim sürecinde Yılmaz Güney’le tanışmasını, gelişen dostluk ve yoldaşlık ilişkilerini, çekim aşamalarını, siyasal çalışmalarını belge ve yorumlarla anlatıyor.
Bir başka devrimci sinemacı Sırrı Süreyya Önder, kitaba çok güzel bir önsöz yazdı. Yürekten gelen cümlelerle, halkın insanı Yılmaz’ı, insan Yılmaz’ı, sinemacı Yılmaz’ı anlattı.
“Herkesin bir Yılmaz’ı vardır ve bu Yılmaz dokunulmazdır, bu anlamda Yılmaz, sınırları kaldırmış biridir; çünkü o, kalbi olan herkesindir......
Yılmaz için film yapmak bir direniş biçimidir adeta. Yaptığı her filmde direnmeyi görürüz. ......”
“Yılmaz Güney’in en çok ödül getiren filmlerinde üç konu dikkat çeker: Birincisi yoksul kesim ve işçi sınıfı, ikincisi ezilenler ve son olarak kadın meselesi... Kalemi ve kamerası bunlara bakar Buralarda direnir, buralardan kurtuluş bekler.. Kurtuluş diye bir şey varsa yine buralardadır.
İşte bu kitapta onun eşsiz yolculuğunun son durağı olan Duvar filminin neredeyse tüm aşamalarının, bir film süreci değil de bir direniş mevzisi olduğunu göreceksiniz.”
Sırrı’nın önsözünün tamamını ve Muzaffer’in yazdıklarını okuyunca, Yılmaz Güney’i yeterince tanımamış olduğunuzu da göreceksiniz!
Anılar, Paris’de bir siyasi mülteci ve sürgün olarak bulunan Muzaffer Doyum’un (Bekir), dört arkadaşıyla birlikte Paris’e 60 kilometre uzaklıktaki Pont- Saint – Maxence’a gitmesiyle başlıyor.
“Filmin çekileceği yer uzun yıllardır bir ilkokul olarak kullanılan eski, tarihi bir manastırdı....Yılmaz abi ile ilk kez orada karşılaştım. Hepimize çok sıcak bir şekilde sanki kırk yıllık dost gibi sarıldı, kuvvetlice tek tek elimizi sıktı. Her hareketinden enerji ve yaşam sevinci fışkırıyordu, gözleri derin bir sevecenlikle doluydu ve bakışları müthiş bir kararlılıkla ışıyordu. Eşi Fatoş Güney’i de ilk defa görüyordum, Yılmaz abideki yaşama sevinci sanki onda da yansıyordu.”
Film seti olarak seçilen eski manastırı bir Türk hapishanesine dönüştürmek için hummalı bir faaliyet yürürken Bekir, Yılmaz Güney’e “Eğer zamanı uygunsa politik sorunlar üzerine tartışmak” istediğini belirtir.
“Ardından genel teorik meseleler ve güncel konularda neler düşündüğümüzü tartışmaya başladık. Öylesine keyiflenmiştik ki, “Her akşam mesai sonrası birkaç saatimizi buna ayıralım” dedi.
Öyle de yaptık, inşa etmekte olduğumuz hapishane avlusunda, bildik volta adımlarıyla her gün birçok konuyu tartıştık. Bu günler boyunca, gerek teorik sorunlardaki bilgisi ve gerekse güncel olaylara bakışındaki zenginlik beni gerçekten derinden etkilemişti. Devrime duyduğu inanç ise anlatılır gibi değildi. Sinema onun için devrime giden yolda, yalnızca kitlelerin bilincini uyarmak ve onların uyanışına yardımcı olmak için etkili bir araçtı o kadar.”
“Türkiye devrimci hareketinin aşırı bölünmüş yapısı canını sıkan konuların başında geliyordu. Ayrıca devrimci örgütlerin, kendisini, yalnızca bir sinemacı olarak görmelerine bir türü anlam veremiyor.. ‘ben bir sinemacı olarak siyasi-örgütsel mücadelede aktif olarak bulunmak istediğimde, o işine baksın, onun asıl işi sinema’ deyip çıkıyorlar; bu tutumu anlamak mümkün değil’ demişti.”
“Yılmaz abideki enerjiyi, çalışma azmini sözcüklerle anlatmak gerçekten çok zor ve onu yakından tanımayanlara bu konuda anlatılanlar çok abartılı gelebilir. ...Hiç abartmasız günde en fazla 4 – 5 saat uyuyabiliyordu ve bütün gün en küçük ayrıntıları bile gözden kaçırmayarak, her şeyi belleğine kaydederek ve neredeyse dakikasını boşa geçirmeyerek çalışıyordu. ...mükemmeliyetçiliğe varan iş disiplini O’nun karakterinin temel bir ögesi haline gelmişti ve hiçbr ayrıntıyı gözden kaçırmamak bunun doğal bir parçasıydı.”
“Yılmaz Güney’i filmlerinden, özellikle de Çirkin Kral dönemi filmlerinden tanıyanların onun hakkındaki düşünceleri filmlerden ve magazin basınından edindikleri izlenimle ‘haksızlığa karşı baş kaldıran, zalimlere aman vermeyen, silahı, vurmayı kırmayı çok seven delikanlı bir adam’ şeklindedir genellikle. Doğal olarak bu değerlendirme, onda ‘lümpen’ bir yanın olduğunu zımnen varsayar. Bu kanı sol çevrelerde de egemen.
Örneğin ben, bir çeşit solcu küçümsemesiyle ‘Umut’ filmine kadar, sinemaya gidip onun hiçbir filmini seyretmedim. Bunu da bir sohbetimizde bu açıklıkla ve nedeniyle kendisine söylediğimde, bana anlamlı bir bakışla yanıt verdi. O dönemlerde devrimci örgütlerin kendisini, yalnızca ününden, silah ve maddi olanaklarından yararlanılacak bir unsur olarak gördüklerinin farkında olduğunu anlattı.”
Set inşaati bir ayda tamamlanıp “eski manastırdan neredeyse eser kalmamış, o gitmiş yerine havalandırmaları, koğuşları, nöbetçi kuleleri, Atatürk büstü, tablosu ve tekmil idare binasıyla bir Türk cezaevi gelmişti. İlk olarak Avrupa’nın çeşitli kentlerinden çoğunluğu Türk ve Kürt, az sayıda Arap ve Fransız, 14-17 yaşlarında 40-50 genç geldi. Yılmaz abinin can dostu, Umut ve Sürü filmlerinin başarılı başrol oyuncsu Tuncel Kurtiz o sıralar yaşadığı İsveç’teki film kontratını tek taraflı olarak feshetmiş ve hemen sete ulaşmıştı. ..... Tuncel abiyi Ayşe Emel Mesçi’nin varışı izledi. İnşaatin başından beri çalışanların kah gardiyan, jandarma, kah figüran rolü oynamak üzere orada kalmasıyla 70-80 kişilik bir ekip oluşmuştu. Fatoş Güney yaşamında ilk kez Yılmaz Güney’in yönettiği bir filmde O’nun asistanlığını yapıyordu. .... Bütün ekipler tamamlanmıştı ve LE MUR filmin çekmek üzere işe koyulduk.”
"Kırın Camları, Kuşlar Kurtulsun"
“...Yılmaz abiyle volta atarak konuştuğumuz günlerden birinde filmin isminin ne olacağını sormuştum. Hafiften bir tebessümle 'Kırın Camları, Kuşlar Kurtulsun!' diye yanıtlamıştı.
.....senaryoya göre, acılar içindeki çocukların bazıları büyük bir hüzünle hücrelerin küçük camlarından dışarıya bakmaya çalışırlarken cezaevinin başka bir köşesinde, açık bırakılan demir parmaklıklı bir pencereden içeri giren serçe kuşları artık üstlerine kapatılmış olan pencerelere dışarı çıkmak için uçarak gelmekte, cama bütün güçleriyle çarpmakta, bir sendelemeden sonra aynı şeyleri defalarca tekrarlamakta aralarından bazıları, güçlerini yitirmekte yere düşmektedirler....
...Filmin asıl karakterini verecek bu sahne için nerdeyse bütün gün uğraştı Yılmaz abi ama ne yazık ki gerçekleştiremedi. Böylece filmin yalnızca ismi değil, vermek istediği mesajı da değişmiş oldu.
Fatoş Güney’in 2020 Kasım ayında çıkan zarif, duyarlı, edebi anı-romanının da adı “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”(**) oldu.
Muzaffer’in kitabı, anıların yanı sıra o günlere ilişkin belgeleri ve fotoğrafları da içeriyor. Yazılı tanıklıkların, bellekleri tazelemeye, ön yargıları değiştirmeye, duygusal yolculuklara vesile olduğunu düşünüyorum. Anılarını yazan cesur insanları önemsiyorum.
(AE/EMK)
(*) “Yılmaz Güney İle Paris’te İki Yıl”, Muzaffer Doyum, Güney Kitaplığı, Kasım 2020.
(**) “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”, Fatoş Güney, İthaki Yayınları, Kasım 2020.
Fotoğraflar: Muzaffer Doyum