Geçtiğimiz ay İletişim Yayınları’ndan çıkan Hatice Meryem’in Yetim’i “Bu gece birini öldüreceğim. Kim olduğu fark etmeyecek” cümleleriyle başlayan bir kız çocuğunun hikâyesi… Böylesi bir öfkeyle açılan roman, özel bir okulun yatakhanesinden yoksul bir mahallenin arka bahçelerine uzanıyor ve okuruna bu öfkenin izini sürdürüyor.
Yazar, adını bilmediğimiz bu kız çocuğunun hikâyesiyle yetimliğin, bir şahsa atfedilen sıfattan çok bir hal durumu olduğunu gözler önüne seriyor – hatta haller durumu.
Görüyoruz ki sözlük anlamını, sadece babasızlığı imgelemekten çok daha fazlası yetimlik aslında. Unutulmuş olmak, önemsenmemek, sesini duyuramamak…
“Bugüne kadar hep yetim kimlikler içerisinde dolaştığımı hissettim” diyor Hatice Meryem kendisiyle yapılan bir röportajda ve sıralıyor o yetimlikleri; “Kürtlük, Alevilik, kadınlık, eşlik, annelik…”
Bu kısa romanı ile yaptığı ise kendi yetim kimliklerinden ve şahit olduklarından beslediği bir hikâye ile yetimlikten mustarip bir kız çocuğunun sesini duyurmak. Yazar, bu sesi ne sadece bir çocuğunun gözünden yansımalar olarak adlandırabileceğimiz bir dilden oluşturuyor ne de bir yetişkinin düşünme biçimini bir çocuğa adapte ediyor. İkisini harmanladığı üslubunun bu çift yönlülüğü, aslında okurun belki de aşina olduğu bir hikâyeyi farklı bir ses ile duymasına, yetimliği bir de böyle anlamasına imkân sağlıyor.
Roman, kız çocuğunun annesi ile babası boşandıktan sonra onun adına en iyi çare olarak düşünülen yatılı okulun yemekhanesinde başlıyor. Onu büyük bir kararın eşiğindeyken buluyoruz; bu gece birini öldürmeli yoksa kendi öldürülecek. Bir akşam yemekhaneden bir bıçak çalıyor sessizce ve okulun ilk zamanlarından başlayarak kendisini bu noktaya hangi olayların ve kimlerin getirdiğini anlatmaya başlıyor.
Varlığını neden “başlı başına bir suç” olarak gördüğünü, alışamadığı ve kimseyle arkadaşlık kuramadığı bu yatılı okulda her gece altını ıslattığını, bir kere dahi nasıl olduğunu sormayan öğretmenlere ve onu sürekli alay konusu yapan diğer çocuklara isteyip de söyleyemediklerini, hafta sonları bir varmış bir yokmuş gibi hissettiren anne babasının ona yaşattıklarını… O anlattıkça anlıyoruz ki, kurallarına uyarak her türlü sıkıntıdan uzak kalmayı dilediği, daha o yaşta sınıf farkının yüzüne vurulduğu bu yatılı okulun ona bir ev olması zaten mümkün değilken, hafta sonları annesiyle sürüklendikleri yoksul akraba evlerine de ait değil o. Meryem, her akraba ziyaretinde belirginleşen bu iki dünya arasında farkları ince ince işlerken, kız çocuğu o ait olamama hissi karşısında düşünüyor. Sorguluyor, cevaplar ve çözümler arıyor, ama kendisini nefret ile bilenmiş bir durumda bulmaktan başka bir şey gelmiyor elinden. İşte ona o akşam yemekhaneden bıçağı çaldıran, yaşadıklarına bir son vermeye iten bu nefret oluyor.
Derken yatılı okul günleri bir noktada son buluyor ve bu kız çocuğu babası tarafından bu sefer ise yaşlı ve bıyıklı babaannesine emanet ediliyor. Çoğu zaman anlamadığı ve samimi bulmadığı babaannesi ve başka dertlerini ön plana koyan babası ile yaşamak yatılı okulda kalmaktan daha iyi gelmiyor ona. Burada bir mahalle okuluna başlıyor, buraya da ait değil, bunu daha ilk günden anlıyor. Sorgulamaları ve yalnızlığın beraberinde getirdiği hırçınlığı da sürüyor. Babasının uğraşlarıyla yapılan ve sonunda onun evi olacağı vaat edilen bir inşaatı izlerken dahi söylenenlere güvenemiyor, inanması zor geliyor. Kolay olmuyor çünkü aile, annelik, babalık, yoksulluk, zenginlik, kadınlık, inanç ve daha nice kavramla tanımlar bulmak. Hele de kendinizden başka cevap vereniniz yoksa...
Romanın sonunda sesinin az da olsa ilk kez duyulduğunu hissedince dahi sorularını bırakmıyor Meryem’in kız çocuğu ve soruyor, “Mümkün mü? Yani insanın içindeki iyiliğin kötülüğe galebe çalacağı, zenginle yoksulun bir olacağı, genç yaşlı bıyıklı ya da bıyıksız hiçbir kadının öldürülmeyeceği, çocukların ölüm korkusu yaşamayacağı ve kendilerini suçlu hissetmeden büyüyeceği bir dünya.”
Romanı bitiren bu soruya yazar direkt bir cevap vermiyor, ama belki de kitabın kendisi, içindeki bu soruya bir cevap olarak görülebilir. Her ne kadar öldürme dürtüsü ile başlasa da roman, yaşatma umudu üzerine bitiyor. Değil mi ki Hatice Meryem kaleme aldığı bu hikâye ile okuruna yetimliğin aslında duyulmama ile başladığını gösteriyor, o yetimlik hissinden sıyrılmak da neden duyulmak -hatta dahası, dinlenmek- ile mümkün olmasın? (BB/EKN)
* "Yetim", Hatice Meryem, İletişim Yayınları, Ocak 2019