Söz gereksiz..
Kınamak yetersiz..
Ağlamak çözümsüz...
Öyle bir kötülük iklimindeyiz ki her gün bir gün öncesini arıyoruz. Ama yine biliyoruz ki bu topraklarda cenazelerin hatırasına hürmetsizlik ilk kez yaşanmıyor: Taybet Ana ve Hacı Lokman isimleri bile yetmez mi. Dün gibi hatırlıyorum; oğlunun kemiklerini almak için ağzından günlerce lokma geçirmeyen Kemal babaya oğlundan arta kalanların kargo ile gönderilmesini. Ve gözyaşlarım tanıktır; 10 yaşında sokaklarda özgürce oynaması gereken Cemile'nin ölmüş bedeninin kokmaması için buzdolabında saklamak zorunda kalan Emine annenin acısına...
Hepsi için söz gereksiz… Kınamak yetersiz.. Ağlamak çözümsüz.
Alevileri, Kürtleri ve Ermenileri o toprağın altına almayı reddedenler bilmezler mi bastığımız toprakların altında en çok tam da bu insanların yattığını? Bilmezler mi; ağıtın ve gözyaşının bu topraklarda en çok bu diller ve dualarda yankılandığını? Bilmezler mi; ölümün geride kalanların yaşamlarına devam edebilmek açısından çok büyük anlam taşıdığını.
Hayır bilirler ve bildikleri için, acıyı katmerleştirmek amacıyla ölmüş bedene ve onun hatırasına saldırırlar: taşla, sopayla, tankla, tüfekle ve daima sözcük ile saldırırlar.
Aslında günümüzün biyopolitik iktidar çağında yaşayan ya da ölü bedenlere yapılacak her bir müdahale, o toplumun egemenleri tarafından kurgulanmış "milli iradesi"nin her bir bedene ve o bedeni oluşturan "korpora"ya* zerk edilmesi, bir anlamda dövme gibi işlenmesi anlamı taşımaktadır. Ve her muktedir, adını ve varlığını dağa-taşa kazıdığı gibi her bireye ve toplumsal bedene kazımak arzusu ile yanıp tutuşur. Zaten bu nedenle "kabul edilmez" bu müdahaleleri (bile) her zaman "kendini bilmez" insanların "insanlık dışı" tutumları olarak dışsallaştırır muktedir. Ne acıdır ki yaptığı diplomatik kınama açıklamalarında bile "gerginlik" ya da "münferit" gibi tanımlarla toplumun sorgulamasından kaçırmaya çalışır yaşanan büyük kötülüğü. Hatta hiç utanmadan pek çok zaman olayın "ağır tahrik" altında bir grup "saldırgan kişiler" tarafından gerçekleştirildiğini iddia eder. Hiçbir zaman kendi sorumluluğunu yani o "saldırgan kişileri" yaratan zemini görmez, göstermez ve sorgulatmaz. Oysa Rakel Dink'in dediği gibi "Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim"
Görmek zorundayız ki; şiddet "insanlık dışı" değil aksine tümüyle insanidir. İnsan dışı hiçbir canlı bir başkasına şiddet uygulayamaz. Çünkü her şiddetin bir anlamı, amacı ve gerçekleştirmek istediği bir hedefi vardır. Ve bu dünyada anlam sayesinde ikinci doğası olan kültürü var edebilmiş tek canlı insandır. Bu nedenle her şiddet insanidir.
Bilmek zorundayız ki; ölüye ya da diriye işkence edenler "canavar" değillerdir. Arendt sayesinde öğrendik ki kötülüğün sıradanlaştığı toplumlarda kendilerine görev tevdi edilen ya da böyle durumlarda kendilerine görev tevdi edenler evde, okulda, fabrikada ne kadar müşfik bir baba, öğretmen ya da işçi olurlarsa olsunlar görev zamanı geldiğinde "öteki"ne zulmederler, yakarlar, yıkarlar. Dahası yakmak ve yıkmakla yetinmeyip kalanların acıların en büyüğüne gark olması için öldürdükleri "leş"lere hürmetsizlik ederler, organlarını keserler, mezarlarını tarumar ederler.
Türkiye toplumu olarak düştüğümüz bugünkü çukurdan Hatun Tuğluk'un ölmüş bedenine şiddet uygulayan insanlara tüm suçu yıkıp çıkamayız. Aksine elbirliğiyle var ettiğimiz bu cehennemde yaşanan her şiddet eyleminin nedenlerini sorgulamak, siyasetin bu zemini yaratmasındaki rolünü ortaya koymak ve Kürtler, Aleviler, Ermeniler başta olmak üzere bu topraklardaki tüm farklılıkların nasıl "düşman"laştırıldığını açığa çıkarmak zorundayız. Bu topraklarda yaşayanlar olarak bilcümle kirliyiz: tenimiz, sözcüklerimiz, bakışımız pislik içerisinde. Arınmanın ilk yolu bu gerçekliği kabul etmektir.
Aksi halde söz gereksiz… Kınamak yetersiz… Ağlamak çözümsüz kalacaktır... (OE/HK)