Fethiye Çetin’in İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Zulamdaki Şiir üzerine bir şeyler söylemek niyetindeyim, sanırım bunu borçluyum da. O zarif cümlelerin, özenli sözcüklerin, o yumuşacık dilinin üzerine nasıl cüret edeceğim bilemiyorum ama bu kitabı okuduktan sonra sanki hiç okumamışım gibi, günlerdir kafamda dönüp durmuyormuş gibi yapamayacağım.
Edebi bir değerlendirme yapmak gibi bir hadsizlik etmeyeceğim elbette, okuma alışkanlığı fena olmayan bir okur olarak bana nasıl geldiğine, bu kitabı benim için diğer 12 Eylül anlatılarından ayıranın ne olduğuna dair yazmak istiyorum. Hâlâ konuya giremedim, farkındayım, boyumu aşan bir işe kalkışmanın tedirginliğinden herhalde…
Kitaptaki olayların kronolojik sırayla ya da hikâye kurgusuyla değil de yazarın aklına geldiği sırayla, aklına geldiği zamanlamayla yazılmış olması yazarla daha kişisel bir ilişki kurmanın yolunu açıyor; sanki doğrudan bana anlatıyormuş gibi. Hatta belki gündelik hayatının bazı anlarında daha sık meşgul olduğu, nereye koyacağını bilemediği, üzerine konuşmak, hasbihal etmek istediği “anı”larını anlattığını düşündüm kimi zaman. Bana bu yazıyı yazdırtan da bu aslında, anlatıcının sözlerinin karşılıksız kalmaması gerektiği, anlaşıldığını hissettirmem gerektiği duygusu.
İşkenceyi beklemeyi; işkencecilerin adımları giderek yaklaşıp sonra onun bulunduğu hücreyi geçip uzaklaşırken hissettiklerini; hastanedeki nöbetçi kadın polislerle ya da kendisine çay ikram eden erkek polisle ilişkilerini; bir çift çorabın nasıl bir direniş simgesi haline geldiğini; cezaevinden çıktıktan sonra sokakta selamsız sabahsız kalmasını; cezaevinde yaşananları dışarıdakilere anlatmayı politik bir görev olarak bellemişken kendisini dinleyecek kimseyi bulamamasını; kendisinin ve yoldaşlarının aslında “kibrini”, Kürt ve Ermeni meselelerindeki ve tabii “kadın meselesi” konusundaki “cehaletlerini” bu kadar şeffaflıkla, iddiasızca, bu kadar kişinin kendini bilmesindeki bilgelikle, cesaretle anlatmasının karşılıksız kalmaması gerektiği duygusu.
Tabii Helga’nın, Ajda’nın, hücreye gizlice sabun getirip duvardaki bir deliğe sıkıştırıveren adını bilmediğimiz kadın polisin, kirli çamaşırları alıp temiz çamaşır getiren askerin de karşılıksız kalmaması gerektiği duygusu. “Kötülüğün sıradanlığı”na nazire edercesine “iyiliğin sıradanlığı” diyesim var her şeyi göze alıp. Kötü olmak mı çaba gerektirir iyi olmak mı, iyilik mi yapıyorlardı yoksa zaten yapılması gerekeni mi, risk aldıklarının eminim farkındaydılar, belki onlar da solcuydu, belki onların yakınları da aynı durumdaydı, belki son derece apolitiklerdi, belki öyle ağır bir zulüm karşısında mazlumun sağcı ya da solcu olmasının bir önemi kalmamıştı, kim bilir…
Yazarın kadın olmasından mı, Fethiye Abla olmasından mı bilmem, bu kitabı ancak bir kadın yazabilirdi gibi geliyor bana. İşkenceyle ve etkileriyle baş etmenin yolunu küçük bir “bilinç yükseltme grubu” kurmakta bulmuş olmaları ve bu sayede işkencenin utancını taşıması gerekenin kendileri olmadığının farkına varmaları; rasyonel erkek aklı seviciliğine inat siyasete duygularını karıştırmaları da kitaptaki anmasam olmaz dediğim şeylerden.
Az evvel bahsettiğim anlatıcının sözlerinin karşılıksız kalmaması gerektiği, sohbetin devam etmesi gerektiği duygusu beni mecburen bundan sonra yazacaklarıma getiriyor. Kimseyi incitmeden anlatabilir miyim bundan sonrasını bilemiyorum, 12 Eylül elbette son derece ağır bir darbeydi hem tek tek kişilere hem de bütün bir topluma. Çok büyük kayıplar verdik, gencecik hayatlar soldu gitti, kalanlar hem kendilerinden hem sevdiklerinden kaybettikleriyle hayatlarına yarım/eksik devam edebildi ya da edemedi, bir bütün toplum üzerinde yarattığı tahribatla hâlâ uğraşıyoruz.
Ama 12 Eylül ilk değildi son da olmadı. Osmanlı ya da Türkiye vatandaşları 1890’lardan itibaren zaman zaman, belirli aralıklarla ya da devlet dediğimiz yapının ihtiyaç duyduğu dönemlerde, örgütlü ve kitlesel devlet şiddetinin mağduru oldular, 12 Eylül’den önce iki darbe oldu ülkede. Bunların hepsi, hem ülke açısından hem dünya ölçeğinde, bir yandan çok sıradan bir yandan biricik. Ne 1915’le, 6-7 Eylül’le 12 Eylül’ü ne de 12 Eylül’le Cizre bodrumlarını kıyaslayabiliriz. Ne Şili’yi, Arjantin’i, Endonezya’yı unutabiliriz, ne Kobanê’yi, Gezi’yi.
12 Eylül’ü hatırlarken 12 Eylül’ün neden olduğunu da hatırlamak zorundayız, gerçi bu “hatırlamak” fiili gerçek durumu yansıtmıyor, hâlâ içinde yaşıyoruz 12 Eylül’ün. Ama artık mağdurluktan failliğe geçmek gerek; 12 Eylül Türkiye’de örgütlülüğün hiç tartışmasız en yüksek oranda olduğu, solun toplumda hegemonik güç haline geldiği, başka bir dünyanın sınırlarına belki de en yaklaşıldığı zaman diliminde ve bu yüzden oldu; benzer koşullar söz konusu olduğunda muhtemelen yine olacak. Kastettiğim bunun çıkışsız bir döngü olduğu değil, burada Zygmunt Baumann’ın, Modernite ve Holocaust’unu yardıma çağırmak isterim. Baumann’ın kurduğu modernite-holokost ilişkisinin bir benzeri hatta aynı ilişki burada da geçerli kanımca. Eichmann ve benzerleriyle işkenceye ara verip düğüne giden işkenceci 12 Eylül polisini, en vasıfsız memurun bile mahpusun kaderini elinde tutan bir ilahmış gibi davranmasını birbirine bağlayan bir şeyler var. Sevgili Fethiye Abla’nın o incecik Zulamdaki Şiir’i bana bunları düşündürüyor işte…
(ÜDT/VC)