Sürgün, bir ağacın kökünü,
Bir kökün toprağını yitirmesidir.
Ihlamurun kokusunu,
İnsanın toplumsal bağlarını kaybetmesidir.
Tüm göçler, sığınma ve ilticalar sürgün kokar.
Bir çeşit hiçlik, hissizlik ve hafızasızlık halidir sürgün.
Çalınan mekanlarla beraber
Yurtsuzluğa umutsuzluk da eklenir.
Köksüz kalan insan beslenme kaynaklarını yitirir.
Orhan Kemal'in "Gurbet Kuşları"nı, Victor Hugo'nun "Sefiller"ini, Dickens'in "Zor Zamanlar"ını anımsatan bir süreçten geçiliyor. Ve dünyada kapitalizmin krizinin her alanda hissedildiği bu koşullarda asıl bedeli, Hannah Arendt'ın "Yeryüzünün posası", Frantz Fanon'un "Yeryüzünün lanetlileri" dediği yoksullar, mülteciler, ötekileştirilenler yani özetle ve sınıfsal bir ifadeyle söylersek ezilenler ödüyor.
İnsanın yerinden yurdundan, toplumsal olarak kök saldığı yerden koparılması, bir bitkinin topraksız bırakılması gibidir. Bütün sürgünler acı çağrışımlıdır. Gönüllü gibi görünen yer değiştirmeler dahil tüm göçler, sığınma ve ilticalar sürgün kokar.
Çeşitli nedenlerle vatanından koparılanlar, insan tacirlerinden iktidarların politikalarına kadar çeşitli açılardan istismara hedef hale gelirler. Gittikleri ülkelerde en temel insan hakları dahil demokratik haklar yoksa, mağduriyetleri/ezilmeleri artarak devam eder. Bugün tartışma konusu edilen Suriyelilerin durumu bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Türkiye'de halklar, sanıldığının aksine çeşitliliğe açık ve farklara tahammüllüdür. Ancak iktidar tekçi, istismarcı ve ırkçıdır. Suriyeliler bu bağlamda başından beri faşist bir iktidarın istismar aracı durumundadır.
Bu konuda yapılabilecek en büyük hata, düşülebilecek en büyük tuzak bu sürecin mağdurlarının çeşitli farklar üzerinden karşı karşıya gelmesidir. Kısacası fotoğrafı büyük çekmek zorundayız. Bugün yaşananlar sonuçta Türkiye'nin Suriye politikalarında gelinen bir evre ise bu evreye nasıl gelindiğine bakmak gerekiyor.
Türkiye'nin Suriye politikalarında gelinen evre
Türkiye'deki Suriyelilere yönelik şehir dışı ve sınır dışı uygulamasıyla beraber başlayan tartışmalar devam ediyor. Nefret dilini kullananlardan gerçekten sorunun adil/demokratik biçimde çözümüne dair düşünce belirtenlere kadar geniş bir yelpaze söz konusu.
Yakın tarihe kadar Erdoğan'ın sanki bütün dünyaya karşı varlıklarını/haklarını savunuyormuş göründüğü Suriyeliler birden bire "asalaklıkla suçlananlar, geri gönderilmesi gerekenler" durumuna nasıl getirildi?
Düne kadar Suriyelileri ve sorunlarını istismar eden AKP'nin, bugün gelinen aşamada sorunun Türkiyeliler açısından istismarını amaçlayan bir çizgi izlemeye yönelmesi yeni bir tartışma başlattı. Suriyelileri milliyetçi bir algının hedefi haline getiren ve söz konusu meselede kafaların karışık olduğunu gösteren bu tartışma, göç ve mültecilik konusuna nasıl yaklaşılması gerektiğinin, sınıfsal bakış açısının önemini öne çıkarmış durumda.
Hannah Arendt, Totalitarizm'in Kökenleri'nde göçmenler ve mültecilerden "Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzlardı, devletlerini bıraktıklarında artık devletsizlerdi, insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızlardı, yeryüzünün posasıydılar." diye söz eder. Ondan bir süre sonra da bir başka bağlamda Frantz Fanon "Yeryüzünün lanetlileri" tanımını kullanır.
Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada o "lanetliler", aynı sınıfsal konumu paylaşan potansiyel yoldaşları tarafından horlanıyor ve dışlanıyorsa, sınıfsal duruş ve kavrayışta ciddi bir sorun var demektir.
Neden-sonuç ilişkisi
Sürecin başından beri Suriye'nin yıkımında doğrudan rol alan yani milyonlarca Suriyelinin ülkelerini terk etmesinin hem sorumlusu hem de istismarcısı olan AKP ve temsil ettiği sermaye düzeni dikkate alınmadan, bu konu sağlıklı biçimde tartışılamaz.
Suriye sorunu ve sonuçları, AKP'nin 2011'den bugüne uyguladığı politikalardan bağımsız düşünülemez. Sekiz yıldır taşeronluğunu AKP'nin yaptığı müdahaleler, saldırı ve provokasyonlar mülteci/sığınmacı üreten en temel nedendir. Tam da bu bağlamda Suriyelileri bir risk faktörü olarak görüp, onlara güvenlik perspektifiyle yaklaşmak, sorunun nedenlerini ıskalamaya sebeptir ve giderek ırkçılığı koşullar. Ancak yine de ülkedeki mevcut Suriyeli tablosuna her itiraz edeni ırkçı faşist olarak tanımlayıp mahkum etmek düz/kaba bir yaklaşım olur.
İşte tam da bu nedenle, yanılmamak ve yanıltmamak için fotoğrafı bütünlük içinde ve sınıfsal gözle okumak durumundayız. Fotoğrafın bir ucunda insan/bebek Aylan Kurdi diğer ucunda emperyalizmle işbirliği içinde boğaz kesen, bomba patlatan cihatçı var. Ancak olup biteni anlamak için bu iki fotoğrafın duygusal çağrışımları yetmez. Her sorun gibi bugün gündeme gelmiş olan Türkiye'deki Suriyeliler meselesi de göç ve mültecilik bağlamında neden-sonuç, müsebbip-mağdur ilişkisi içinde değerlendirilmelidir.
Öncelikle sorunun kendisi doğru tanımlanmalıdır. Bir ülkeye kısa sürede milyonlarca insanın akın etmesi tabii ki bir sorundur. Ama bu soruna çözüm odaklı yaklaşılmalıdır. Tepki, mağdura değil müsebbibe yönelmelidir. Burada önemli olan (teşvik edilmiş, aldatılmış vb. de olsa) savaştan kaçan, ülkesini terk etmek zorunda kalan insanların değil mevcut durumun ve sorumlularının sorun olarak görülmesidir. Ortada böyle bir sorun dururken yok saymak da iktidarın rolünü görmezden gelmek de algıda ve duruşta savrulmalara neden oluyor.
Irkçılığın da yabancı düşmanlığının da yeni olmadığı, hemen her dönem çeşitli biçimlerde siyasetin istismar konusu haline getirildiği; Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Alevilerin vb.nin ayrımcı politikalara maruz bırakıldığı, sorunlarının araçsallaştırılarak istismar edildiği ülkemizde bugün Suriyelilerin varlığı üzerinden benzer bir istismarın yapılmaya başlanması, iktidarın bölge politikaları dahil bu konudaki duruşu bağlamında şaşırtıcı değildir.
Benzer şekilde işsizliğin, genelde yeni sömürgecilik ve sistemin krizi özelde AKP'nin sanayiyi de tarımı da öldüren 17 yıllık politikaları dururken Suriyelilerle ilişkilendirilmesi, Suriyelilerin yaşanan işsizlik ve yoksulluğun müsebbibi olarak görülmesi, en hafif deyimle iktidarın tuzağına düşmektir. Benzer şekilde tecavüzden hırsızlığa, adli olaylardan çevre kirliliğine kadar Suriyelilere yakıştırılan ne varsa hepsinin bu ülkede hangi oranda, neden ve nasıl yaşandığını bilmek için özel bir araştırma yapmaya bile gerek yoktur.
Türkiye'de yıllardır kışkırtmalardan birbirine kırdırtmaya kadar halklar arasındaki farkların çeşitli biçimlerde istismar edildiği, provokatif milliyetçi kalkışmaların organize edildiği ama buna rağmen halkların bir arada yaşama eğiliminin bastırılamadığı biliniyor. Bu bağlamda bugün köpürtülen ırkçılık ve yabancı düşmanlığının bizzat iktidar eksenli olduğu, özel olarak organize edildiği bilinmelidir.
Mülteciler, mücadelenin hedefi değil ortağıdır
Yabancı düşmanlığının, mültecilere yönelik nefret dilinin yaygınlaştırılması, bu konuda Sözcü'den CHP ve MHP'ye kadar geniş zeminde bir benzerliğin hatta ortaklaşmanın yaşanıyor olması, işimizi zorlaştırsa da hiçbir devrimcinin/sosyalistin bu baskılanmaya boyun eğip estirilen milliyetçi rüzgara güç katacak söylemlerde bulunma veya sessiz kalma lüksü yoktur.
Yunanistan'da örneğin, sorunların ortaklaşması, beraber çalışma vb. ile oluşan güven sonucunda mülteciler sendikaların grev eylemlerine katılır noktaya gelmiştir. Bu, aynı zamanda çözümün nerede, nasıl ve kimlere karşı aranması gerektiğini gösteren önemli bir veridir. Kasım 2017'de Bursa'da tekstil fabrikasındaki patlamada ölen 8 işçiden 2'sinin Suriyeli olması da bu konuda öğreticilik taşıyan bir başka veridir.
Türkiye'de 2012'de İşçi Partisi, CHP vb. tarafından "Terör kampları kapatılsın, teröristler sınır dışı edilsin" pankartlarının açıldığı gösteriler yapılması, 2014'te ise birçok ilde Suriyelilere yönelik ırkçı faşist saldırıların gerçekleşmesi bu konuda fark koyma ihtiyacının önemini gösteren örneklerdendir.
Gerçekte ise bugün Türkiye'deki Suriyeliler, sistemle hızla bütünleşmiş bir avuç varlıklıyı veya işbirlikçiyi dışta tutarak söylersek, toplumun saldırıya da sömürüye de ırkçılığa da maruz kalan en ezilen kesimlerinden biridir. Dolayısıyla da emekçi halkların doğal müttefikidir. Bugün artık uluslararası düzeyde dahi ezilenler arasında empati, ortak örgütlenme vb. olmadan sonuç alınamayacağı tartışmalarının giderek yoğunlaştığı koşullarda, yanı başımızdaki bu ezilen kesimi ortak değil hedef olarak görmek, temel önemde bir yanılgıya işarettir. Egemen sınıflar, insanları ulusal tanımlar üzerinden ayrıştırırken bizlerin halkların mücadele birliğini savunması, aynı zamanda bu ayrıştırmaya karşı da bir itirazdır.
Bugün artık mülteci ve göçmen işçilerin durumunu dikkate alan politikalar üretmek ve ortak mücadele-örgütlenme yolları geliştirmek gerekirken, milliyetçi saiklerle hareket eden kesimlerle aynı dili, söylemi tutturmak, onları istismar eden ve bölge politikalarında araçsallaştıran kesimlerin değirmenine su taşır.
Bu bağlamda sığınmacılara, mültecilere acımak yetmez. Çünkü onlar zavallı değil ezilendir; hakları, kimlikleri ve talepleri vardır. Göçmen karşıtı ırkçılıkla veya mültecilerin siyasal iktidarca araçsallaştırılmasına karşı mücadele için kınama da yetmez. Bunun için dayanışma ve birlikte mücadele gerekiyor.
Somut çözüm içinse öncelikle mülteci üreten politikalara son verilmeli ve geri dönüşler sonrasında Türkiye'de kalanların temel hak ve özgürlüklerini gözeten politikalar izlenmelidir. (MY/RT)