Türkiye'nin en büyük şehirlerinden birisinde bir vahşet yaşanıyor ve bu vahşetin gerçekleşmesinden tam 35 gün sonra yeni haberimiz oluyor. 16 Kasım 2021 tarihinde, İzmir Güzelbahçe'de 3 Suriyeli işçinin yakılarak katledilmesinden bahsediyorum. Haber ilk olarak, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'nin 21 Aralık 2021 tarihindeki açıklamasıyla duyulmaya başlıyor.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'nin açıklamasına göre, İzmir'in Güzelbahçe ilçesinde 3 Suriyeli işçi, bir saldırgan tarafından gece uyku halindeyken üzerlerine benzin dökülerek yakıldı ve üçü de yaşamını yitirdi. Dünya tarihinin yaşayan sayılı diktatörlerinden birisi olan Esad'ın zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınan insanlar yakılarak katlediliyor; bundan daha acı ne olabilir ki?
Üstte belirtilen hadisenin en trajik yanı ise böyle bir vahşetten tam 35 gün sonra haberdar olmamız; Türkiye'nin en büyük şehirlerinden birisinde insanın adeta kanını donduran bir vahşet oluyor ve biz ancak 35 gün sonra haberdar olabiliyorsak diğer şehirlerde gerçekleşen ve belki de hiçbir zaman duy(a)mayacağımız vahşeti düşünmek bile tüyler ürpertici. Bu bağlamda altını çizerek belirtmekte fayda var: 35 gün boyunca hiçbir medyada haber değeri görülmeyen gencecik 3 Suriyelinin katledilmesi bir vahşettir.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'nin açıklamasından sonra muhtelif medya ajanslarında yer alan haberler incelendiğinde saldırganın Kemal K. adında birisi olduğu ve bu saldırıyı milliyetçi duygularla işlediğini itiraf ettiği anlaşılıyor. Fanon'un müthiş eserine atıfta bulunarak belirtmek gerekirse "Yeryüzünün Lanetlileri" kategorisinde listenin en başında yer alacak ırkçı(lık) vahşeti sonucunda 3 insan, 2021 yılında diri diri yakılarak katledildi.
Maalesef bu vahşet münferit bir olay diyerek geçiştirilecek veya üstü örtülecek bir hadise değil, Türkiye'de sadece son bir yılda onlarca Suriye vatandaşı nefret suçunun kurbanı oldu. Asgari şartlarda hayatta kalabilmek için doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalan ve alın teri dökerek emeğiyle çalışan insanların kaderi, milliyetçi duygularla işlenen bir katliamla son bulmaması için artık çözüm üretme ve bu konuda daha fazla araştırma yapma zamanı diye düşünüyorum. Dünyanın en değerli bilinçli çabası emekle hayata tutunma mücadelesi verenler dünyanın en aşağılık ideolojisi ırkçılık fikrini savunanların kurbanı olmamalıdır.
Sonda söyleyeceğimi baştan söylemek gerekirse; ırkçılık tedavi edilmesi gereken bir hastalık değil, suçtur. Bir insanı, kendini diğer insanlardan üstün gören zihniyetin azabından koruyacak olan insanların vicdani değil; evrensel insan hakları prensipleri doğrultusunda düzenlenmiş yasal düzenlemedir. Hukukun bütünüyle içselleşmediği bir coğrafyada ırkçılık toplumsal düzenin olağan bir parçası haline gelir; bu bağlamda her şeyden önce herhangi bir kurumun veya kişinin etkisi altında olmadan işleyen adalet mekanizmasının kurulması bir zorunluluktur.
Yaklaşık 10 yıldan uzun bir süredir Türkiye'de olmalarına rağmen hâlâ "misafir" "din kardeşi", "muhacir" gibi politik söylemlerin ötesine geçememenin, bir mülteci politikası oluşturamamanın ortaya çıkardığı sorunlar çözülmeden üstte belirtilen vahşet eylemleri ve nefret suçları durmayacaktır. Bu bağlamda siyasal iktidar, mültecileri Avrupa ve dünya arenasında siyasi koz olarak kullanma durumuna son vermeli ve her mülteciye insanca yaşama imkânı sağlayacak mülteci politikası geliştirmelidir. Mültecilerle ilgili her gelişme toplumun bütünüyle paylaşılarak şeffaf bir şekilde ilerlemelidir.
Son bir yılda onlarca mülteci nefret suçunun kurbanı olmasına rağmen bazı "muhalif" kesimlerin mülteci düşmanlığı artarak devam ediyor. Mülteci karşıtlığı bir seçim propagandasına dönüştürülmemelidir; insanı insana düşmanlaştıran veya insanı ötekileştiren politikacılardan uzak durmak insanlık adına bir kazanım olacaktır. Etnik kimlik vurgusunu her daim gündemde tutarak kendisi gibi olmayan veya kendisi gibi düşünmeyenleri ayrıştıranlarla değil, emeğiyle hayata tutunma mücadelesi veren insanlarla birlikte hareket etmeliyiz.
Irkçı söylemler/eylemler toplumda alkış aldığı sürece mültecilere karşı işlenen nefret suçları bitmeyecektir. Nefret rüzgârının yöneldiği grup, farklı dönemlerde değişiyor ama ırkçılık değişmiyor. Toplumsal kutuplaşmadan beslenen politikacıların mülteci karşıtı dezenformasyonunu azaltabilmek için her daim mültecilerin yani evrensel insan hakları prensiplerinin yanında yer almak toplumun huzurla yaşayabilmesi için bir zorunluluktur. Bu bağlamda öncelikle yerinden edilmenin keyfi bir karar olmadığını, insanların sırf macera olsun diye yurdundan ayrılmadığını mülteciliğin bir insan hakkı olduğunu yüksek sesle tekrar tekrar belirtmemiz gerekir.
Üstte belirtilen katliam gerçekleştikten tam 35 gün sonra Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'nin açıklamasıyla birlikte duyulmasına rağmen, halen yeterli bir şekilde Türkiye'nin gündeminde yer almamıştır. Evet, 2021 yılında hayalleri ve geleceğe dair planları olan 3 insanın yakılarak katledilmesi küçük bir münferit hadise olarak ele alınmamalı ve Türkiye'nin tüm şehirlerinde bu saldırı lanetlenmelidir. Bu vahşet sonucunda hayatını kaybeden Suriyeli mültecilerin aileleri yalnız bırakılmamalı, ilgili sivil toplum kuruluşları bu davayı sahiplenmeli ve ailelerin hak arama mücadelesini gönüllü bir şekilde takip etmelidir. Her fırsatta sokakta, sosyal medyada veya kamusal alanda mültecileri nefretin bir sembolü haline getirmeye çalışan zihniyete inat, Suriyeli mültecilerle omuz omuza hak arama mücadelesinde bulunmak gerekir. Nefrete karşı birlikte yaşamı savunmadıkça, yeryüzünün lanetlilerine karşı tek ses olmadıkça, emeğiyle onuruyla yaşamın kıyısında hayatını sürdüren Suriyeli mültecilerle birlikte hareket etmedikçe bu vahşetin benzerleri işlenmeye devam edecektir. Vicdanını ve aklını yitirip faşistçe insanları katledenlere ve mazlumları nefretin bir objesi haline getirmeye çalışanlara karşı ses çıkar(a)mayacaksak yaşamın ne anlamı olabilir ki?
Altını çizerek belirtmek gerekirse, kişinin etnik aidiyetine, diline, rengine, cinsel yönelimine bakmaksızın zulüm karşısında her daim mazlumun yanında yer almak onurlu ve insani bir yaşamın ön koşuludur.
(CA/AÖ)