6 Şubat depreminden sağ çıkan bir tanıdığım “Bak bu pencereden çıktık” diye eskiden yaşadıkları apartmanın bir fotoğrafını gösterdi bana. Apartmanın ikinci katındaki dairenin yatak odası penceresi sokak kaldırımı ile neredeyse hemzemindi. O pencereden çıkmışlar karı koca. Sonra sokağa bakmışlar uzun uzun. “Yürüyemedik, kaldırıma yığıldık kaldık, bacaklarımız tutmadı” dedi. Oturup kaldıkları yerde çevrelerine bakarak, “Market de yıkılmış, eczanenin kapısı bile kalmamış…” diye konuşmuşlar bir süre.
Kocası nihayet yürüyebildiğinde başkalarının yardımına koşmuş ama bizimki hareket edememiş, sabaha kadar oturmuş kaldırımın üstünde. “Emine’de tabağım kaldı” diye düşünmüş. O gece alt komşusu Emine’ye tepeleme bir tabak içli köfte götürmüşmüş. Emine çok severmiş içli köfteyi. Tabağıyla çıksın gelsin Emine diye usul usul ağlamış o kaldırımda, hiç gelmemiş Emine.
Belki hatırlarsınız bir yazıda Suriye’deki savaştan kaçan psikolog Nur’un yaşadıklarını anlatmıştım. Podcast serisinde anlatıyordu Nur, annesi Suriye’deki evlerinden ayrılırken avluda ipe sarılı çamaşırları toplamamış; “Bir iki güne döneriz, kurusunlar, dönüşte toplarım” demiş. Ailesini Lübnan’a, Nur’u Türkiye’ye atan savaş benim için o kurusun diye avluda, ipte bırakılan çamaşırlar artık. Hâlâ nerede ipte sallanan çamaşır görsem Nur’un annesi geliyor hatırıma.
Nur’un yaşadıklarını aktarırken Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) raporundan söz etmiş ve Haziran 2021 itibariyle şiddet, güvensizlik ve iklim değişikliği gibi çeşitli nedenlerle ‘yerinden edilen’ insanların sayısının 84 milyon kişiye ulaştığını, sadece 51 milyon insanın kendi ülkesinde yerinden edildiğini yazmıştım.
Bu yazıyı yazarken rapora tekrar baktım, 2022 sonu itibariyle yerinden edilenlerin sayısı 108,4 milyona ulaşmış. Kendi ülkesinde yerinden edilen insan sayısı ise 62,5 milyon olmuş.
Dünya nerede, ne zaman patlayacağı belli olmayan bir saatli bomba gibi. Felaketler çeşit çeşit, boy boy! Önemli bir kısmı iklim değişikliği bağlantılı; orman yangınları, tayfunlar, eriyen buzullar, yükselen deniz seviyeleri, fırtınalar ve daha nice ekolojik yıkım. Yoksulluk, gıda güvenliği sorunu, göç artışı vb. dolaylı sonuçlar da cabası.
İnsanlar, fiziki çevrelerini ya değişime uyum sağlamalarına zaman bırakmayacak kadar akut bir şekilde ya da artık uyum sağlamanın da anlamını yitirdiği, kronik bir şekilde kaybediyor. Bunun yeni bir şey olmadığını biliyorum elbette. İnsanoğlu varoluşundan bu yana doğaya müdahale ediyor. Ancak 21. yüzyıldaki dönüşümler insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir boyutta ve hızda gerçekleşiyor.
Gezegenimizin nüfusu sekiz milyara yaklaşırken insanlar ormanları yerle bir etmeye, topraklara, okyanuslara kimyasallar dökmeye, gezegenin her köşesine plastikler saçmaya, karbon salmaya devam ediyor. Tüm bu felaketler yetmezse savaş çıkarıyoruz bazen! Artık hiçbirimiz güvende değiliz.
Elbette her bir insanın payı da sorumluluğu da eşit değil bu yıkımda. Ama felaketleri ya da bu felaketlere kimlerin yol açtığını değil de insanın yaşadığı yeri kaybettiğinde yaşadığı his üzerine yazasım var bu hafta.
2000’li yılların başında Çevre Araştırmaları ve Sürdürülebilirlik Profesörü Glenn Albrecht’in yaptığı bir araştırmadan söz ederek başlayayım izninizle. Araştırmanın yapıldığı topraklar aslında üzüm bağlarıyla tanınıyor evvelinde. Sonraları vadide kömür madenciliği işletmeleri boy göstermeye başlıyor. Albrecht’in araştırması madenciliğin yerel topluluklar üzerindeki duygusal etkisine ilişkin bir çalışma.
Bölgede yaşayan insanlar Albrecht’e evlerini ve çevrelerini saran simsiyah maden tozlarını, durmaksızın çalışan devasa makinelerin gürültüsünü, patlama seslerini, çevreleri kendi gözleri önünde kaybolurken yaşadıkları sıkıntıyı ve çaresizliği anlatıyor. Albrecht bölge sakinleri ile konuşurken onların duygusal tepkilerinde ortak yanlar olduğunu fark ediyor.
Yaşadıkları şeyin “memleket hasretine benzer” bir şey olduğunu düşünüyor. Evlerinden hiç ayrılmadan yersiz yurtsuz kalmış gibi hisseden bölge sakinlerinin yaşadıkları çevre bambaşka bir şeye dönüşürken ödedikleri duygusal bedelin bu his olduğunu anlıyor.
Albrecht, olumsuz çevresel değişimin insanda yarattığı zihinsel ızdırabı tanımlamak için, Latince teselli, avuntu anlamına gelen “Solacium”, Yunanca acı/ızdırap anlamına gelen “Algos” ve nostalji sözcükleri ile karakterize bir kombinasyon yaratıyor ve “solastalji” kavramını türetiyor. İlk kez 2003 yılında Montreal’de Ecohealth Forumu’nda kullanılıyor bu sözcük.
Solastalji, nostalji sözcüğünden esinlenmiş gibi görünse de farklı bir duygusal duruma işaret ediyor. Nostalji, evden/vatandan uzakta olma halinden kaynaklanan ve bu nedenle özlem duyulan yere dönme ile dindirilebilecek bir acıya işaret ederken solastalji iklim değişikliği, çevresel faktörler veya diğer doğal afetler nedeniyle yaşanan kaybı, travmayı veya umutsuzluk deneyimini içeriyor, doğal bir felaketin sonuçlarına halihazırda maruz kalmış insanları etkiliyor.
Glenn Albrecht şöyle anlatıyor kavramı: “Kişinin severek yaşadığı bir yerin bir afet sonucu fiziksel ıssızlığa gömülmesi karşısında deneyimlediği acıdır. Bu acı, kişinin o yere ilişkin aidiyet (kimlik) duygusunda aşınma ve psikolojik ıssızlık içeren bir kaygı hissi şeklinde kendini gösterir. Yaşanılan yerin kişiyi mutlu eden, ona sakinlik veren halinin sürdürülmesine duyulan derin bir arzudur.”
Yeni bir bilimsel geçmişe sahip bu sözcüğün kapsamının, neye işaret ettiğinin ya da neleri dışarda bıraktığının tam bir netliğe kavuştuğunu söylemek güç. Solastalji ilk başlarda iklim krizi nedeniyle çevrede oluşan değişikliklerin insanda yarattığı ruhsal ve duygusal sıkıntıyı tanımlamak için kullanılsa da sonrasında “sıla hasreti”nin farklı bir versiyonu olarak kapsamı genişletiliyor.
Sel, kuraklık veya deprem gibi doğal afetler; altın, kömür gibi madenlerin çıkarılması, politik şiddet vb. pek çok durum tetikleyebiliyor solastaljiyi. Hatta kimi makalelerde COVID-19 pandemisi sırasındaki tecrit nedeniyle çevremizin (parklar, ormanlar, sahiller vb.) bizim için “ulaşılamaz” hale gelmesi de bu kavram altında inceleniyor.
Kesin olan şey şu; solastalji “yer/çevre temelli bir sıkıntı”. Mesela, orman yangınlarının olduğu bir manzara da solastalji duygusu yaratabiliyor, deprem, sel, kuraklık da. Aynı şekilde savaş, terör, bulaşıcı hastalık gibi durumların da pekâlâ solastalji hissi doğurabildiği söyleniyor.
Bu duruma sahip insanların sıklıkla paylaştığı öfke, depresyon, yorgunluk ve uyku sorunu, iştahsızlık veya aşırı yeme, huzursuzluk, intihar düşüncesi vb. ortak şikayetleri var.
Yıkıcı çevresel değişiklikler sadece yaşanılan alana değil kültüre, kimliklere, gündelik hayata, zihinsel ve duygusal bütünlüğümüze yönelik tehditler içerir. “Kesilen ağaç kadar yeni ağaç dikeceğiz” diyorsunuz ya, öyle çıkamayız yani bu kâbustan! Ya da dere yatağına diktiğiniz derme çatma binalar bir gecede bize tabut olurken, sıra sıra betonları hızlıca lego gibi koyarak kurtulamazsınız yarattığınız tahribattan. Maden işletmeleriniz yaşadığımız toprakları, bitki örtümüzü ve sularımızı ağır ağır zehirlerken hangi gelişmişlik istatistiğiyle yamayabilirsiniz ki bir daha asla koklayamayacağımız çiçeklerin kaybını.
İnsanın dünyadaki yerini kaybetmesi çok travmatiktir çünkü “yaşanılan yer” bizi tanımlayan bir kimliktir. Solastalji durumunda çöken ya da kaybedilen şey, yaşanılan yerin kaybıyla birlikte kimliğimizin kaybıdır bu yüzden. Yerinden edilmişlik duygusuna eşlik eden bir “şimdiki zamanı kaybetme” halidir.
“Tanıdık çevre” kaybolurken insan da kaybolur, yaklaşan kıyamet duygusu gibi bir his sarar benliği. Yaşadığın yeri ve zamanı kaybetmek insanın bütünlüğünü bozar. İnsan bu "hiçlik alanında" yapayalnız kalır.
Duygularımız gerçekliğimizi etkilemeye muktedirdir. O yüzden her şeyden önce yaşadığımız bu acıyı tanımlamamız gerekir diye düşünüyorum. Güçlü kayıplar güçlü kederlere yol açar. Acıyı ve bu güçlü kederi hissetmeye izin vermemiz ve bunun üzerine daha çok konuşmamız gerekiyor belki de.
Konuşmak, paylaşmak, anlatmak ve dinlemek gerek. Bıkmadan, usanmadan, üstelik inatla. Birbirimizin evi olmak, yurdu olmak gerek. Yaşanılan çevreyi tekrar dostane bir alana çevirmek, hayata olan güveni yeniden tesis etmek için birbirimize yardım etmemiz gerek.
İklim krizi, savaş, doğal afetler, ekonomik ya da başka bir nedenle, kaynağı ne olursa olsun, yersiz yurtsuz kalmak insanoğlunun yazgısı gibi geliyor bazen. Yeni zamanlarda hayat tam da Bauman’ın dediği gibi “müzik eşliğinde sandalye kapma oyunu”nu andırıyor sahiden.
Yine de enseyi karartmamak lazım. Fiziksel ve duygusal yaşamın paramparça olması tek başımıza savaşabileceğimiz bir şey değil; ancak dayanışma, merhamet ve hafıza ile birbirimize tutuna tutuna çıkabiliriz bu çukurdan.
Belki de bir “son” değildir yaşadığımız, belki de “başlangıç”tır eşiğinde olduğumuz. Güçsüz ve kaybetmiş değiliz. Daha kaybetmedik! Buradayız ve bir yere gitmeye hiç niyetimiz yok annem! (AA/AS)