Umberto Eco cin fikirli romanı Baudolino'da Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa'ya, hahamla konuşmasında bunları söyletir. Bu, sadece Yahudi Soykırımı'na yapılan kara mizahi bir atıf değil, ayrıca zihniyetlerin artzamanlı bir yapı içinde nasıl bir dönüşüm geçirme potansiyeline sahip olduklarına bir işarettir.
"1. Reich"ın imparatoru hiç de anti-semit değildir öyleyse. Tüm diğer zihniyetler gibi anti-semitizmin de ancak tarihsel özgüllükler düzeyinde farklı biçim ve tarzlarda kendini var edebileceği, "tarihsel anti-semitizm"in ancak mutlak kategorik olarak mevcut olabileceğini gözden kaçırırsak bu elbette şaşırtıcıdır.
Avrupa'da, Yahudilere karşı ilk kitle kıyımları, 1. Haçlı Seferi dönemine tarihlenmektedir. Nitekim, 11. yüzyıla kadar, Yahudiler Avrupalı toplumlar içerisinde, feodal hukuk dışında bir kısıtlamaya tabi olmayan cemaatler şeklinde yaşıyorlardı. Ancak, Haçlı Seferleri'nin "içeriyi" de ruhani otorite yararına yeniden düzenleme potansiyelini gören Kilise, bu iç "şeytanları" da Hıristiyanlığın düşmanları listesinde ön sıralara koymakta gecikmedi.
Avrupa toplumlarında Yahudi düşmanlığının ana teması durumuna geçen "Tanrı'nın katilleri" argümanı gittikçe güçlenen bir tonda, Yahudileri betimlemenin başat aracı konumuna geçti. Burjuva devlet yapılanmasının ortaya çıkışında dahi Yahudiler, halen, kısıtlamalara tabi tutulması gereken bir topluluk olarak düşünülüyordu.
1615'te "özgürlük şehri" Amsterdam'da Hugo Grotius tarafından hazırlanan ayrımcı tasarı Yahudilere "Hıristiyan fahişelerle ilişki kurma yasağı" da dahil olmak üzere geniş kısıtlamalar getiriyordu.
Aydınlanma ile birlikte anti-semitizmin argümanları önemli ölçüde çeşitlendi. Josep Fontana'nın kavramlaştırmalarını devralırsak, Avrupalı, Yahudi'yi "Şeytan Aynası"nda görmek yanında, "ilerleme aynası"nda da görüyordu.
En tipik haliyle, Voltaire'in Felsefe Sözlüğü'nde rastladığımız bu söylem tarzı Yahudileri ilerlemenin geri döndürülemeyecek çizgisine aykırı düşen, dinleri ve gelenekleriyle "Aklın Avrupası"na aykırı yabancılar olarak görmekteydi. Bu yaklaşım, şüphesiz, Yahudi toplumunu kendi "Aydınlanma"sını yaratacak bir potansiyelden mahrum olarak görüyordu. Ancak, Avrupalı Yahudiler Haskala adı verilen toplumsal dönüşümü gerçekleştirdiler.
Öte yandan, bu dönüşüme o zamana kadar Yahudilere karşı ayrımcı yasalardan taviz vermemiş Avrupa devletlerinin "özgürlük-eşitlik-kardeşlik" rüzgârlarına (ve pek çok kez ordularına) göğüs geremeyerek, hukuki alanda Yahudiler lehine yaptıkları reformlar eşlik etmişti. (Rusya'da bu yasaların ancak Ekim Devrimi ile kalktığını ekleyelim.)
Yahudiliğin geçiş dönemi
19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa Yahudiliği büyük bir geçiş dönemindeydi. Zorunlu iskan yasalarının kalkmasıyla Yahudi toplulukları kentlere göç etmeye başlayıp özellikle büyük kentlerde önemli nüfus yoğunlukları oluşturmuşlardı.
Bunun sonucu Yahudiler'in hem "görünür", hem de "görünmez" hale gelmeleriydi. Yahudiler bir yandan toplum hayatına çok aktif bir biçimde katılıyorlar, öte yandan "asimilasyon" kavramını gündeme getirir şekilde yaşadıkları toplumla uyumlu hale geliyorlardı.
Kapitalizmin yükselişiyle hızla mülksüzleşen ve "eski güzel günler "in özlemiyle yanıp tutuşan küçük mülk sahipleri Yahudi'yi yeni bir "Şeytan Aynası"nda görmeye başladılar. Yahudi hem küçük insanları sömürüp haksız gelir elde eden acımasız kapitalist, hem de toplumun değerlerini dinamitleyen yıkıcı sosyalistti.
Başlangıçta bu tuhaf ve çelişik formül alt sınıfları ikna etmeye yeterliydi. Ancak, geniş entelektüel çevrelere benimsetebilmek için daha karmaşık ve "bilimsel" hale getirilmesi gerekiyordu. Gobineau ve Chamberlain'in bilimsel ırkçılığını takip eden "Yahudi Burunları Katalogu" türünden yayınlar, pratik bir amaca hizmet etmenin yanı sıra böylesi bir cazibe kaygısı da taşıyorlardı.
Diğer yandan, "gizli" ve "Yahudi" sözcüklerinin özdeşleşmesi (Yahudi kendini ancak modern kent toplumu içinde gizli kılabilirdi) modern anti-semitizmin temel direği niteliğinde olan "komplo" kavramını da gündeme getirdi.
Popüler folklor, Yahudilerin kuyuları zehirlemesi, Hamursuz çöreğine katmak için çocukları kaçırıp kanlarını akıtması gibi temalara alışkındı. Ancak, toplumun güncel sosyo-politik iklimine uygun ve okumuşları ikna etme amaçlı teoriler geliştirilmekte gecikmedi. Yine de anti-semitizm'in İncil'i kabul edilen ve bir Rus-Alman ortak yapımı olarak piyasaya sürülen Siyon Ulularının Protokolleri gibi "mükemmel" bir eserin ortaya çıkması için 1905 yılını beklemek gerekiyordu.
Modern anti-semitizm, Yahudilerin toplumdaki yerlerini sağlamlaştırdıkları düşüncesinde oldukları sıradaki kırılganlıklarının siyasi düşünce ve eyleme dönüşmüş bir ispatıydı. İlk önce büyük kentlerde yaygınlaşıp, kökleşti.
Nitekim, anti-semitizmin dolaysız bir sözcüsünün iktidara etkili şekilde gelmeyi ilk başardığı yer Tuna İmparatorluğu'nun kozmopolit başkenti Viyana'ydı. Dönemin bilim kültü ile soy arıtımı ve gözde kalıtımcılık akımı ile bütünleştiğinde, okumuş orta sınıfların dünya görüşünde sarsılmaz bir yer elde etti. Anti-semitizm daha sonraları, mevcut önyargılar ve temalarla yoğrularak ve özellikle Rusya'da görüldüğü üzere, muktedirlerin tercihleriyle örtüştükçe taşraya ve kırsal sınıflara yayıldı.
Namı diğer Levanten toplum
Türkiye'de ise Yahudiler, millet sisteminin getirdiği tanımlı bir "yabancılık" statüsünü diğer gayrimüslim topluluklarla paylaşıyorlardı. 19. yüzyıl sonundan itibaren, Yahudi olmayan toplumla kaynaşma sürecine girdiklerinde, bu, Müslüman toplum değil, Fransızca kullanımının yaygınlaşmasının da işaret ettiği biçimde, Levanten toplum oldu.
İttihad ve Terakki döneminden sonra ise Yahudilerin, kendilerini, Levantenlerden farklı biçimde, bu ülkenin asli unsurları arasında tanımlama çabalan, Avram Galante gibi aydınların Türkçe konuşma çağrıları ve Moiz Kohen'in sonunda Türk milliyetçiliğine ulaşacak düşüncesi asimilasyonist bir kurguyu devreye soktu. Ancak, bu iyimser atmosfer pek kısa sürdü.
Dönemsel olarak, iktidarın Nazi esinli bir ideolojik çerçeve oluşturma çabasıyla örtüşen Edirne Olayları, resmi ideolojinin sözcülerinin anti-semitik yargıları ve Varlık Vergisi uygulaması Yahudi toplumundaki hayal kırıklıklarını besledi. İsrail Devleti'nin kuruluşu ile birlikte Türkiye Yahudi cemaatinin çok büyük kısmının ülkeyi terk etmesi bir dönemi, belki de, başlamadan kapattı.
Türkiye Yahudiliğinin farklı serüveni, Türkiye'yi "Batı tipi" bir anti-semitizmden mahrum bırakmıştır. Türk sağının, gerek İslamcı, gerekse milliyetçi akımlarında, özellikle bu eğilimlerinin düşünsel tohumlarının atıldığı 2. Dünya Savaşı yıllarında inşa edilen ve Hitler hayranlığı gibi basit bir motifin eşlik ettiği anti-semitizm, bu akımların kuvveden fiile çıktığı yıllarda dahi, güçlü ve yaygın bir öğe olarak kendini var etmiştir.
Buna rağmen Türk anti-semitizmi modern anti-semitizmin olmazsa olmazı konumundaki temel sosyo-psikolojik saiklerin eksikliğini duymuştur. Bu durumun, "içerideki yabancının yokluğu" şeklinde ifade edebileceğimiz kısıtları, Kavgam'ın öteden beri peynir ekmek gibi sattığı bir ülkede, okurların hayal gücüne fazla mesai yapma zorunluluğu getirmiştir.
Yerli malı anti-semitizm
Ülkemiz nihayet, kendi malı olan bir anti-semitizme kavuştu. Bir Mürşid'in artık hezeyana varan hikmetleri birkaç yıldır kafaları meşgul ediyor. Burnu her türden ufunete hassas olan Türk medyası da bu furyadan nasiplenmekten geri durmadı. Eskiden ha babam davalaştığı Mürşid'e en popüler elemanlarını gönderip söyleşi yaptırıyor. Böylesi bir arz, talebini de yaratmakta gecikmedi. Son dönemin en gözde mesleklerinden biri, uzunca bir süredir, "Sabetayist avcılığı"!
Türkiye'de dönmeler/avdetiler konusundaki edebiyat uzun yıllar İslami sağın hegemonyasındaydı. Ancak, "Yahudileri tespit" konusunda, keçi sakallı olanları Yahudi ilan etmekten daha gelişkin bir metot geliştirebildikleri söylenemez.
Mürşid burada gerçekten çok işlevli bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Önce, ilgi nesnesinin adını değiştirdi; "dönme" yerine "Sabetayist" şeklinde, Türkçe'de herhangi başka bir çağrışıma yol vermeyecek bir "has ismi" yaygınlaştırdı. Sunduğu metotlar da sahip olduğu sol mirasın farklılığını hemen ortaya koyacak şekilde, son derece "bilimsel"di.
Türk gericiliğinin "B takımı", Mürşid sayesinde "onomastique" ilminin derinliklerine vukuf etti. Şecereler açıldı, isimlerin orası burası kırpılarak, gerçekler bir bir ortaya döküldü. Gazetelerin daha önce pek ciddiye alınmayan "cemiyet haberleri" sayfalarında aslında ne sırların gizli olduğu keşfedildi. Az buçuk mürekkep yalamış gericiliğin "salik"leri, Anatole France'ın tabiriyle "kasap çırakları" için bu "meslek" yeni tutkuları oldu.
Mürşid'in çabalarının en önemli sonuçlarından biri bu merakı siyasetin sol cenahına da sıçratması oldu. Geçmişin "demokratik sol"undan gelen korporatist "yanlış bilinçleri" ayıklayıp, Türklerin fıtraten "imtiyazsız-sınıfsız kaynaşmış kitle" olduklarını iyice benimseyen "ulusal sol" yabancı düşman arayışında bu yeni hedefi benimsedi.
Biricik entelektüel gıdasını mafya dizilerinden ve TV stratejilerinden almaya alışmış kişilerin ve çevrelerin farklı bir yol tutturması pek de mümkün görünmüyordu. Nitekim, Efendi adlı eser bu mecrada oluşan kapsamlı rantı elden kaçırmamak gibi bir kaygıyla piyasaya sürüldü.
Elbette "Kızıl Elma"ya giden yol yalnızca Selanik'ten geçmez! Bu çevreler, şimdi de farklı bir dolayımla ortaklaştıkları "ulusal sağ" ile birlikte Gumilev'un Avrasyacılığına ve Rusya mahreçli anti-semitizme ilgi duymaya başladılar. Peki, Mürşid'in başarısının sırrı nedir? Politik konjonktürün uygunluğu bir tarafa, başarının temeli, ortaya konulacağı üzere, anti-semitizmin klasikleşmiş semasıyla çarpıcı bir biçimde uyuşmasından kaynaklanıyor. (YÇ/BB)