“Yerelleşme” uzun süredir insani yardım sisteminin büyülü kelimesi. Vaat, 2016’da Birleşmiş Milletler öncülüğünde kabul edilen “Grand Bargain” Büyük Uzlaşısı'nda dile getirilen hedefe dayanıyordu, gücü ve kaynağı yerel aktörlere devretmek.
Ancak sahada görünen, bu iddianın çoğu zaman “gücü paylaşmak”tan çok “yönetilebilir bir yerellik” üretmesi. Elbette bu çerçevenin ortaya çıkışında insani yardım sistemini daha erişilebilir kılma niyeti vardı, ancak sahadaki yansıması bu vaadin tersine işliyor.
Yerelleşme paradoksu
Etiyopya’dan Filipinler’e, Haiti’den Lübnan’a kadar yapılan araştırmalar, yerelleşmenin uluslararası güç ilişkilerini dönüştürmek yerine daha incelikli biçimde yeniden ürettiğini gösteriyor. Etiyopya örneğinde, dışarıdan tanımlanan yerelleşme modelleri fon akışını yerel STK’lere yönlendirmiş görünse de, karar mekanizmaları uluslararası kurumların elinde kalıyor (Mulder, 2023).
Filipinler’de Haiyan tayfunu sonrası yapılan çalışmalar, fonların %85’inin yine uluslararası kuruluşlarda toplandığını, yerel örgütlerin çoğunun yalnızca lojistik taşeron konumuna itildiğini ortaya koyuyor (Barbelet, 2019). Haiti’de 2010 depremi sonrasında ‘yerelleşme’ söylemi, yardımın %90’ının ABD merkezli ajanslara gitmesiyle tam tersi bir sonuca dönüştü, yerel kapasite değil, uluslararası görünürlük güçlendirildi (Schuller, 2016).
Yeni denetim biçimi
Lübnan’da ise Suriyeli mültecilere yönelik “ulusal ortaklık” mekanizmaları, karar süreçlerine katılım sağlamaktan çok, büyük STK’lerin yerel vitrinini oluşturan bağımlı yapılar yarattı (Carpi & Senoguz, 2021). Tüm bu örnekler, yerelleşmenin söylemde “güç devri” olarak sunulsa da pratikte denetimin el değiştirmediğini açık biçimde gösteriyor.
Yine de vurgulamak gerekir ki bu örneklerin hiçbirinde yerel aktörlerin çabasını küçümsemek ya da genel geçer bir olumsuzluk iddiası yok, tam tersine, sorunun yerelde değil, yetki ve kaynak akışını tanımlayan sistemde olduğunu gösteriyor.
Katrin Roepstorff, “yerel aktör” tanımının bile uluslararası kurumlarca belirlendiğini, dolayısıyla yerelleşmenin çoğu zaman etik bir güç devri değil, yeni bir denetim biçimi hâline geldiğini vurguluyor (Roepstorff, 2020).
Sembolik güç devri
Tobias Mulder, dışarıdan dayatılan yerelleşmenin yerel örgütleri hem donör kuralları hem de topluluk talepleri arasında sıkıştırdığını gösteriyor (Mulder, 2023). Scott ve Scott ise yerelleşmenin “güç devrinden çok uluslararası hâkimiyetin yeni bir biçimi” hâline geldiğini belirtiyor (Scott & Scott, 2024).
Bu analizler ortak bir gerçeğe işaret ediyor, yerelleşme, vaat ettiği devri değil, denetimi kurumsallaştırıyor. “Grand Bargain” taahhüdü, 2016’da insani yardımların %25’inin yerel aktörlere gitmesini öngörüyordu. Ancak bu oran, sahadaki gerçek ihtiyaçlardan çok, bağışçı ülkelerin politik uzlaşısının ürünüydü yani keyfî bir sınırdı.
Development Initiatives verilerine göre bu hedef zaten hiçbir zaman yakalanamadı, doğrudan yerel ve ulusal aktörlere giden pay 2022’de yalnızca %1,2’de kaldı (geniş tanımlarla bile %3’ün üzerine çıkmıyor- Development Initiatives, 2023- Küresel İnsani Yardım Raporu). Bu güç devrinin sembolik düzeyde kaldığı açık.
Bunu dile getirmek, hesap verebilirliğin veya şeffaflığın önemini reddetmek anlamına gelmiyor, yalnızca bu kavramların tek yönlü bir denetim aracına dönüşmesinin yarattığı çelişkiyi görünür kılmak anlamına geliyor. Dağıtılan küçük fonlar çoğu zaman dönüştürücü etki yaratmaktan çok, geleneksel sistemin sürekliliğini sağlıyor, hiyerarşiyi yeniden üretiyor.
Kapasite güçlendirme değil, kapasite tanıma
Bu tablo yalnızca sayılardan ibaret değil. Tam da bu noktada, yerelleşme bir politika olmaktan çıkıp bir stratejiye dönüşüyor. Sivil alan, denetlenebilir, raporlanabilir ve fonlanabilir parçalara ayrılıyor. “Projectisation”, yani örgütlerin kısa vadeli projelere bölünerek yönetilmesi, yerel vizyonu sınırlıyor.
Genel giderler ve insan kaynağı desteklenmezken, görünür ama yüzeysel faaliyetler, birkaç eğitim, birkaç çalıştay, bir “farkındalık” kampanyası fonlanıyor. Sivil toplum örgütleri kendi önceliklerini değil, donör takvimlerini izlemek zorunda kalıyor. Bu eleştiri, sahada çözüm üretmeye çalışan kurumları hedef almak için değil, sistemin onları, bizleri, nasıl bir biçim almaya zorladığını tartışmak için dile getiriliyor.
Yerelleşme söyleminin bir başka uzantısı da “kapasite güçlendirme” yaklaşımı.
Yıllardır yerel örgütlerin kapasitesi “güçlendiriliyor”. Eğitimler, modüller, rehberler, atölyeler eksik olmuyor. Bu yaklaşımın görmezden geldiği şey, kapasite eksikliğinin değil, “tanınmamasının” esas sorun olduğudur.
Saha bilgisi, topluluk ilişkileri, güven ve deneyim zaten var, fakat bu birikim “geliştirilmesi gereken alan” olarak tanımlandığında, güç asimetrisi yeniden üretiliyor. Böylece “güçlendirme” adı altında, tanıma yerine yönlendirme yapılmış oluyor. Oysa gerçek yerelleşme, kapasiteyi inşa etmekten çok, onu tanımak, paylaşmak ve eşitlemek üzerine kurulmalı.
Türkiye’de de benzer bir yapı gelişti. Uluslararası fonların “yerelleşme” söylemiyle birlikte ulusal düzeyde yeni aracı mekanizmalar oluştu.
Bu yapılar, fonları küçük hibeler hâlinde dağıtarak yerel örgütlere erişim sağlıyor gibi görünse de, karar ve model belirleme gücü yine merkezde kalıyor. Fon çeşitliliği artarken güç paylaşımı gerçekleşmiyor, yerel örgütler yaratıcı ve dönüştürücü aktörler olmaktan çıkıp proje uygulayıcısına dönüşüyor.
Finansal açıdan da tablo benzer. Büyük kurumlar uluslararası fonları alıyor, idari giderlerini bu kaynaklardan karşılıyor, kalan bütçeyi küçük hibeler olarak sahaya yönlendiriyor. Yeni kurulan örgütler birkaç yüz bin liralık hibelerle bir yıl ayakta kalmaya çalışıyor, çünkü başka seçeneği yok.
Bu durum yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda etik bir soruna da işaret ediyor, fonu yöneten, raporu okuyan ve başarıyı tanımlayan hep merkezdeki yapı. Sonuç olarak yerel örgütler, kendi emeğini değil, başkasının göstergesini görünür kılan bir sistemin taşıyıcısına dönüşüyor.
Bu düzen, görünürlük boyutunda da kendini yeniden üretiyor. Küçük fonlarla yapılan etkinlikler çoğu zaman sahanın gerçek ihtiyaçlarına temas etmiyor. Birkaç saatlik çalıştaylar, fotoğraf karelerine ve sosyal medya gönderilerine indirgeniyor.
Yerelleşme vitrini
Sosyal medyada paylaşım yapmadığında “yoksundur”. Sanki iş yapmamışsındır. Bir, iki etkinlik yap, fon vereni etiketle, birkaç #hashtag kullan, görünürlük sağlandığında başarı da tamamlanmış sayılıyor. Böylece insani yardım alanı giderek bir ‘görünürlük ekonomisine’ dönüşüyor. Emeğin, ilişkilerin ve bilginin yerini performans, imaj ve algoritmalar alıyor.
Görünürlük, etik sorumluluğun yerini alıyor, görünmek, var olmanın koşuluna dönüşüyor.
Gerçek yerelleşme, yalnızca kaynak aktarımı vaadiyle değil; sahadaki gerçek ihtiyaçlar görmezden gelinerek aktarılan minik fonların ötesinde, kararların, bilginin ve güvenin de paylaşılmasıyla mümkün olabilir. Bugünkü sistem, bu haliyle yalnızca kaynakları değil, kaynak aktarımı söyleminin kendisinin de içini boşaltıyor. Geriye, yönlendirilmiş projelerle şekillenen bir yerelleşme vitrini kalıyor.
(HÖ/EMK)
Kaynaklar:
Roepstorff, K. (2020). A Call for Critical Reflection on the Localisation Agenda in Humanitarian Action. Third World Quarterly.
Mulder, T. (2023). The Paradox of Externally Driven Localisation: A Case Study from Ethiopia. Journal of Humanitarian Action.
Barbelet, V. (2019). As Local as Possible, as International as Necessary: Understanding Capacity and Complementarity in Humanitarian Action in the Philippines. ODI.
Schuller, M. (2016). Humanitarian Aftershocks in Haiti. Rutgers University Press.
Carpi, E. & Senoguz, E. (2021). Localisation in Displacement: The Syrian Response in Lebanon and Turkey. Refugee Studies Centre, University of Oxford.
Scott, J. & Scott, M. (2024). Localisation Doesn’t Shift Power — It Deepens International Dominance. The New Humanitarian.
Development Initiatives. (2023). Global Humanitarian Assistance Report 2023.


