Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden Yrd. Doç. Dr. Ali Ekber Doğan'ın,önümüzdeki hafta sonu yapılacak yerel seçimler öncesinde Türkiye'de belediyeciliğin tarihsel gelişimi, güncel yerel politikalar, sonuçları ve alternatifler üzerine yazdıklarını paylaşıyoruz.
Yerel yönetimler 1980'den sonra güçlendi: Belediyelere imar planı yapma yetkisi veren düzenlemeler, büyükşehir belediyesi türünden yapılanmalara gidilmesi, 1983-87 arasında yoğun biçimde çıkartılan imar affı yasaları, belediyelere genel bütçe vergi gelirlerinden pay verilmesi uygulaması, kentli nüfus oranının hızlı artışı, merkezi yönetimlerin yatırımlardaki ağırlığının özelleştirme uygulamalarıyla azalması başta olmak üzere 1980'li yıllarda gündeme gelen çok sayıda düzenleme ve gelişme belediyelerin önemini ciddi biçimde yükseltti.
O tarihlerden bugüne gelen süreci belediyecilik pratiklerinin ekonomi-politik açıdan anlamı üzerinden değerlendirmek doğru olur. Bunu yaparken, onların dünyada (daha doğrusu Batı dünyasında) egemen olan mekansal gelişme eğilimleri ve yerel yönetim anlayışlarıyla ilişkilerini de kurmak gerekiyor. 1989-1994 arasındaki SHP kesintisini saymazsak, Özal'ın ANAP'ının yerel seçimleri büyük farkla kazandığı 1984'ten bugüne Türkiye belediyeciliğine, iktisadi liberalizmle siyasal-sosyal muhafazakarlığı birleştiren yeni sağcı anlayışın damgasını vurduğunu söylemek mümkündür.
Karayalçın, Dalan, Erdoğan...: Bedrettin Dalan büyük sermayenin kentsel alana yönelmesine uyarlı, yoksulların gecekondularını yıkıp, varsılların kaçak villalarına göz yuman, alt ve orta sınıfları önceki dönemlere göre kentsel rant paylaşımından dışlayan bir belediyeciliğin öncüsüydü. SHP'lilerin 1989'daki yerel seçim başarısı da -başka şeylerin yanında- önemli ölçüde andığım kesimlerin bu duruma itirazından beslenmişti. Murat Karayalçın ise “projeciliğiyle”, belediye işlerini çok sayıda şirket kurarak yönetme geleneğini başlatmasıyla anılır.
Tayyip Erdoğan ise İstanbul'da alt ve orta sınıfların rantlardan pay talebine kent çeperlerinde yanıt üretirken, parti ve cemaat örgütleriyle kurduğu yaygın ilişki ağları ve İslamcı söylemle yürüttüğü yoksula yardım faaliyetiyle kentin kaybedenlerini kendisine eklemleyen, bunları yaparken belediyeyi hizmet şirketine dönüştüren özelleştirmeci, piyasacı uygulamalara imza atan bir belediye başkanıydı. Madem belediyeciliğin yakın dönemine damgasını vuran isimlerden konuşuyoruz, anılan üç isme ben de RP'nin simgeleşmiş Konya belediye başkanı Halil Ürün'le, Ankara ve Adana için birer fenomen haline gelmiş olan Melih Gökçek ve Aytaç Durak'ı da eklemek isterim.
Kişiler ve yerel yönetimler: Yukarıda andığımız bütün isimler özellikle de Tayyip Erdoğan belediye başkanlığında bir biçimde kazandığı karizma ve gücü ulusal siyasete tahvil eden kişilerdi. Belediyeler 1980 veya 1984 öncesinde daha ziyade esnaflar, tüccarlar, yap-satçı müteahhitler, işçi ve memurlar, emeklilerin ilgi alanında yer alan ve sosyal boyutları ön planda olan kurumlardı.
Her ne kadar, Vedat Dalokay, Erol Köse, Ahmet İsvan gibi kimi başkanlar 1970'lerde belediyeciliği politikleştirerek isimlerini duyurmuş olsalar da belediyeler bugünkü güç ve olanaklarının çok gerisinde olduklarından başkanlar bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyip, ulusal ölçekte silinebiliyorlardı. 1980'lerden itibaren belediyelere aktarılan kaynakların ciddi biçimde artması, imar yetkileriyle donatılması, büyük sermayenin lüks sitelerle, plazalarla, alışveriş merkezleriyle, eğitim ve sağlık alanındaki yatırımlarla kentsel tüketim ve rant alanlarına yönelmesi ve büyükşehir yapılanmasının getirdiği ek yetki ve gelirler, bir yandan özellikle büyükşehir belediyeleriyle kentsel siyasetin ve yanı sıra belediye başkanlarının önemini de ciddi biçimde yükseltti.
Bir yandan da belediyeciliğin ekonomik boyutlarını ön plana çıkarttı. Bütün bu etkenler sonucunda belediye başkanları hem yerel halkın iş, aş, barınma gereksinmelerinin karşılanmasında, hem de yerel sermaye çevrelerinin yatırım ve kaynak taleplerinin karşılanmasında önemli kişiler haline geldiler. Büyükşehir belediye başkanlarının ulusal siyasete ciddi bir ağırlık koymalarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Belediyeler ve AKP, CHP, MHP, DTP: Bu dört partiyi belediyecilik anlamında ortaklaştıran şey, aralarında bir takım farklar olmakla birlikte hepsinin de hizmet üretir ve sunarken, yatırım ve projelerini hayata geçirirken, planlama yaparken neoliberal zihniyeti benimsemeleridir. Denilebilir ki neoliberalizm sadece AKP'nin değil, kurumsal siyasetin diğer etkili partilerinden gelen neredeyse bütün belediye yönetimlerinin mütemmim cüzüdür. CHP'li ve MHP'li belediyelerin de aynı yaklaşımın vazettiği politikaları farklı söylem ve biçimlerde de olsa uyguladıklarını, bu yüzden de “Çağdaş” Neoliberaller veya “Neoliberal Milliyetçiler” diye adlandırılabileceklerini söylüyorum.
Kimileri CHP'li belediyeleri sosyal liberal diye kodluyor. Ancak, AKP'liler kadar neoliberal anlayışın proaktif savunucusu olmasalar da CHP'lilerin sosyal belediyecilik anlamında kendilerini esastan farklılaştırıcı bir uygulamaları olduğunu düşünmüyorum. Onların da belediyeciliğin ekonomik boyutunu sosyal yönünden önde tuttukları, plan ve yatırım kararlarında inşaat sektörünün ve yerel sermayenin taleplerini öncelikli olarak karşıladıkları açıktır. Bu yüzden en iyi yaptıkları iş peyzaj mimarisidir ve büyük projeleri için dış borç peşinde koşarlar. Önceli SHP'nin belediyeleri kazandığı 1989'dan beri CHP'nin kamuoyunda -“devlet partisi”, “sosyal demokrat parti”, “laik parti” gibi başka niteliklerinin yanında- “müteahhit partisi” diye anılması da bununla ilintilidir. Kanımca asıl sosyal liberaller, Güneydoğudaki DTP'li belediyelerdir.
Bunlar 1,5 yıl önce “demokratik özerklik” diye deklare ettikleri yerel özerklik talebini içeren siyasal stratejilerine koşut biçimde “yerelleşme”, “ yönetişim”, “yerel kalkınma”, “özel-kamu işbirliği” gibi liberal söylemleri benimsedi. Az gelişmiş bölge koşullarında, DTP'liler bir yandan büyük birer köy niteliğindeki yerleri, kent standartlarına getirmeye çalışıyor, bir yandan da bir “sosyal liberal-kimlik belediyeciliği”ni yürütmeye çalışıyorlar. Bu ne demek, DTP'li belediyeler İngiltere'de “Yeni İşçi Partisi” çizgisinin, Fransa'da Sosyalist Parti'nin sendikalarla pazarlık-müzakere içinde yürüttüğü sosyal liberal sentezi, Kürt sorunu odaklı siyasal gündemlerle içiçe geçmiş biçimde yakalamaya çalışıyorlar.
Kentsel rantları yandaşlarına ve çevresine dağıtma anlamına gelen gündemlere AKP, CHP ve MHP'liler kadar boğulmayan, DTP'liler alternatif bir kent vizyonuna sahip olmasa da yerel halkın, özellikle taban ilişkisi içinde olduğu yoksul mahallelerin sorunlarına yabancılaşmamaları gerektiğinin farkındalar. Fakat yine de geçtiğimiz yıllarda Diyarbakır özelinde belediyenin yoksulların gereksinimlerini yeterince gözetmemekle eleştirildiğine şahit olduk, bu konuda kendi içlerinde sert tartışmalar oldu.
AKP'nin belediyeciliği: Refah Partili belediyelerle süreklilik ilişkisi içinde olduğunu vurgulamamız gereken AKP'nin belediyecilik anlayışını “Neoliberal İslamcı Belediyecilik” biçiminde adlandırmak mümkün. Bu anlayış liberalizmle-muhafazakarlığın “yeni sağ”cı sentezinin Türkiye koşullarındaki “aurea mediocritas”ını (altın uyumunu) temsil ediyor. Bu “altın uyum”un birilerinin işin başında oturup da şöyle bir orta yol bulalım diye biçim verdikleri bir model olduğunu söylemiyorum.
Tabii ki böyle bir şey yok. Bu bileşim 1990'ların ortasından beri geçerli olmuş çelişkili pek çok ekonomik, sosyal ve siyasal faktörün etkileşimi neticesinde -sermaye mantığı prizmasından geçirilerek- şekillenmiş bir şey. RP'li dönemle arasındaki sürekliliklerin yanı sıra değişen pek çok şeyin de olması bunun bir göstergesi sayılmalı.
28 Şubata kadarki RP döneminin ana çizgileri; Şevki Yılmaz, Şükrü Karatepe gibi başkanların erken Cumhuriyet dönemine veya laikliğe dönük çıkışları, emek düşmanlığı ve tabii ki yoksul kesimlere dönük yaptıkları ciddi boyutlara ulaşan yardım faaliyetleriydi. Bunlara ek olarak RP'li belediyeler, modern kültür-sanat pratiklerini desteklemek yerine, yerel halkın geleneksel-kültürel değerlerine referansla yeni yerel uygulamalar (Ramazanda iftar çadırları açıp, “geleneksel” eğlenceler düzenleyerek, dini bayramlarda belediye otobüslerini ücretsiz yaparak, toplu nikah-sünnet şölenleri düzenleyip, aşevlerini külliye tarzı yerlere çevirerek vs.) geliştirmiş, meydanlar başta olmak üzere önceki dönemlere ait kamusal mekan düzenlemelerini, sembolleri ortadan kaldırmaya çalışmış, Türk-İslam kültürüne ait tarihi ve dini mekanları canlandırmış, tabii, içkili yerleri kent yaşamından söküp atmaya çalışmışlardı.
AKP'li dönemle birlikte yoksula yardım faaliyetlerini daha da arttırdıkları, toplu konut, gecekondu önleme bölgesi, toplu taşıma gibi sosyal boyutlu toplu tüketim hizmetlerinden tamamen çekildikleri görülen bu kadrolar, liberallikteki iddialarını belediyeyi “bir şirket gibi” yönettikleriyle övünmeye kadar vardırdılar. Kentin sosyal ve kamusal mekanlarını ve gündelik yaşamı kendi İslamcı-muhafazakar tahayyülleri doğrultusunda dönüştürme çabasını cemaatlere devretmeleri de AKP'li belediyelerin bir diğer farklılık noktası. Bunun AKP'lilerin İslamcı-muhafazakar mekansal temsilini bütün Türkiye'ye teşmil etme arzusunu tamamen bir yana bıraktıkları anlamına gelmediğini biliyoruz. Değişen belki de yalnızca eski temsil Konya'nın yerini, şimdilerde Kayseri'nin alması oldu.
Bu değişikliğin arkasında Kayseri'nin, basit sermaye mantığıyla ekonomik gelişmesinin bir noktasında zenginleşmeyi her şeyin önüne koyarak dünya kenti olma çabasına girişmesi yatıyor. İstanbul'da ne tür olanaklar ve mekanlar varsa yerli yabancı sermayeyi çekmek, ona uygun sosyal ve fiziksel altyapıyı kurmak için Kayseri'de de olması gerekiyor. Bu çerçevede Kayseri Belediyesi daha önce kendisinin kentin kamusal ve sosyal mekanlarında İslamcı muhafazakar saiklerle yaptıkları düzenlemeleri hükümsüz kılan, altını oyan onları seyirlik bir nesneye dönüştüren uygulamalara girişti. Bunlardan birisi büyük kent meydanının alt-üst geçitlerle kavşak düzenlemeleriyle tenhalaştırılması, buna mukabil daha ticari nitelikteki kale-içinin canlılığının arttırılmasına dönük olarak burada geniş bir yaya bölgesinin yaratılmasıydı. Kapitalist rasyonalite muhafazakarlığa baskın gelmiştir.
Neo-liberalizmin akışkan (otomobil ve rant merkezli) sosyo-mekânsallığı ile İslami referansları güçlenen muhafazakarlığın durağan sosyo-mekânsallığı arasındaki çelişkili ilişkinin ürünü olan melez bir biçim ortaya çıkmıştır. AKP'li dönemde bu melezlik hallerinin İslamcı belediyelerin yönetimde olduğu pek çok kentte daha uzunca bir süre gündemde olacağı söylenebilir. Benzer bir şey, Seyyid Burhaneddin Mezarlığı'nın bir kısmının restore ediyoruz diye arsa haline getirilmesidir. Bu tür uygulamalar, kentte hakim olan muhafazakarlığın dini boyutunu (sosyal ilişki yapısı ve değerleriyle) zedelemektedir. Ortaya çıkan boşluğu doldurmak için otoriter-devletçi ve milliyetçi yanlarına daha fazla vurgu yapılır oldu. Bir de benim “Eğreti Kamusallık” dediğim şey daha cisimleşmiş biçimde karşımıza çıktı.
Eğreti Kamusallık: Neoliberal İslamcıların belediyecilik pratiğinin belki en büyük tahribatı zaten az gelişmiş düzeydeki kentli hakları ve kamusallık (kentlilik), daha da genel olarak yoksul kesimler arasındaki yurttaşlık bilinci üzerinde olmuştur. Yani benim eğreti kamusallık dediğim ve bugün gelinen noktada yalnızca AKP'li belediyelerle de sınırlı olmayan eğreti kamusallık meselesine geliyoruz. İslamcı belediyenin ürettiği kentselliğe eğreti kamusallık dememizin bir nedeni, bunların kolektif tüketime ilişkin hizmetleri ciddi biçimde daraltması, mal ve hizmet üretimini kendi personel ve ekipmanlarıyla yapmak yerine piyasadan satın alması veya kiralaması, hizmetlerini piyasaya göre fiyatlandırması nedeniyle belediyenin sunduğu hizmetlerin kamusal niteliğinin üstünkörüleşme, belirsizleşme anlamında bir eğretileşme yaşamasıdır.
Sosyal refahı geliştirecek uygulamaları geriletir, az önce bahsettiğim gibi kendi İslami-muhafazakar mekan temsillerinin altını oyarken, yerel halkın geleneksel-kültürel kodları (aileye verilen önem, hayırseverlik, büyüklere/yaşlılara, şehit ailelerine saygı, Müslümanlık, Türklük, Osmanlıcılık gibi) geliştirildi. Bir yandan da, sosyalizasyon işlevi gören işlere yöneldiler, futbol takımlarını birinci lige çıkarmak, aşevlerinden yararlananlarının sayısını arttırmak, pop müzik sanatçılarının konserlerine ağırlık vermek gibi.
Bu eğretileşmenin kaynağı veya müsebbibi tek başına sözünü ettiğim belediyeler, onların ideolojileri ve çelişik uygulamaları değildir. 1989'da sol adına seçilen yönetimlerin başarısızlığından, yoksul kesimlerin yardım örgütlenmeleri içinde kuşatılmayı kabul etmelerinden, 1990'larda global üretim ağları içinde zenginleşen yerel sermayenin özelleştirmeler ve yerel kalkınma,yönetişim söylemleriyle artan etkinliğinden kaynaklı olarak, yerel halkın belediyelere bakışı ve onlardan beklentilerinin dönüşmesi gibi çok sayıdaki faktörün bu duruma yol açtığı söylenebilir. Bu bir ufuk kapanmasıdır.
Yurttaşlık, kent hakkı gibi insanın yaşadığı mekanda söz sahibi olması, gündelik yaşamın akışına irade koyması, kaderini eline almasının zemini sayılan demokratik, modern kamusallığı öldüren, onun yerini eğreti bir kamusallığın almasını getiren bu ufuk kapanması İslamcı belediye yönetimleriylegelişti. Ama onlarla sınırlı değildir.
AKP, belediye-merkezi yönetim: Bu ilişki iki yönlü işliyor ve hangisinin belirleyen olduğunu tam olarak söylemek güç ancak belediyelerde başarı olarak adlandırılabilecek olan şey, en başta Tayyip Erdoğan'a ilişkin olarak söylediğim birbiriyle çelişiyor gözüken talep ve işleri bir arada yürütebilmesinde saklıdır. Erdoğan'ın başbakanlığını, 28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında genelde Türkiye, özelde ise İslamcı siyasette yaşanan bir takım değişikliklerin yanı sıra belediyecilikteki bu başarısına borçlu olduğunu belirtmek gerekiyor.
İslamcıların yüzde 20-30 oy oranlarıyla ele geçirdikleri belediyeleri yerelliğe nüfuz etmekte ve onu kendi istedikleri yönde dönüştürmekte çok iyi kullandıkları da ortada. Hem yerelin en zengin kesimleriyle ilişkilerini ciddi biçimde derinleştiren, hem geleneksel olarak ilişkili olduğu küçük ve orta boy işletme sahiplerini zenginleştiren bir kentsel toplumsal ittifak çerçevesi kurmuş, hem de yoksul, güvencesiz çalışan, yaşayan işçi-işsiz-yardıma muhtaç en alttakileri bu ittifaka eklemlemişlerdir.
Seçim sonuçlarına bakın: AKP'lilerin en yüksek oy oranlarına ulaştıkları semtler burada andığım sınıf ve grupların yaşadıklarıdır. Düzenli işte çalışan işçi ve memurlar, bürokratlar, küçük esnaf ve emeklilerin yoğunlukla yaşadıkları mahallerlerdeki sandıklardan AKP'ye daha düşük oylar çıkacaktır. RP'li dönemden kimi açılardan farklılaşmış olsa da AKP'lilerin “neoliberalizmin muhafazakar değerler ve söylemle sosyalizasyonu” denebilecek yeni sağcı modeli işler kılma çabası bitmedi.
Bu model sadece RP-FP-AKP çizgisiyle ve sadece Türkiye coğrafyasıyla sınırlandıramayacağımız, daha makro ölçekte geçerli olmuş bulunan bir yeniden üretim modelidir. Yoksul kesimlerle parti teşkilatı ve cemaatler üzerinden kurduğu taban ilişkileri nedeniyle, Türkiye'de bu yeni sağcı modeli siyasal istikrarı koruyarak hayata geçirme kabiliyetine sahip tek güç neoliberal İslamcı AKP'dir. Hem yerel hem de ulusal ölçekte yükselme olanağını da böylesi bir sosyolojik zemin üzerinde hareket ediyor olmasına borçlu. Diğer partilerin yaşadığı yıpranmışlık, Kürt sorununda gelinen nokta, ABD'nin bölgesel planlarının AKP'nin elini güçlendirmesi de bu model sayesinde, Gramsci'nin deyimiyle bir “Tarihsel Blok”un siyasal faili olmasından kaynaklanmaktadır.
Sosyal belediyecilik: Sosyal belediyecilik sunduğu mal ve hizmetlerle kentte yaşayan ücretli kesimlerinin yaşam maliyetlerini düşürerek, onlara daha iyi bir yaşam çevresi yaratmayı hedefleyen ve onların bütçesine sosyal adalet sağlayıcı biçimde dolaylı katkı yapan belediyeciliğin adıdır. Köklerini İngiltere'de 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan reformcu “Beledi Sosyalizm” hareketinden alan sosyal belediyecilik ülkemizde kısa bir tarihe sahiptir. Kentleşme literatüründe belediyenin işgücünün yeniden üretimine katkısını belirginleştirmesi, belediyeciliğin sosyal boyutunu öne çıkarması diye değerlendirilen bu anlayışın nüveleri aslında 1970'lerin başında AP'li başkanlar döneminde görülür ve 1990'ların ortasında RP'li belediyelerle son bulur.
Belediyeciliğin sosyal boyutunun, toplu tüketim hizmetlerinin ucuz sağlanması noktasında 12 Eylül darbesi döneminde bile belediyeciliğin esvabı mucibesi sayıldığını söyleyebiliriz. En parlak yıllarını 1973-1977 ve 1989-1991 arasında yaşayan sosyal belediyecilik anlayışı, bizzat bu çizgiyi izleyen belediyecilerin, seçildikleri partilerin gadrine uğrayan bahtsız bir belediyeciliğin adıdır. Bunlar; yerel halkın ortak ihtiyaçlarını daha uygun koşullarda karşılamak, alt sınıfların yaşam koşullarını iyileştirmek için piyasaya müdahale eden kamucu, üretici, kaynak yaratıcı belediyelerdir. Uzun süre ağza alınmayan demode bir günah sayılan sosyal belediyecilik, Türkiye'de yoksulluğun yaygınlaşıp, derinleşmesine, içinden çıkılmaz bir hal almasına paralel olarak son iki yerel seçimin en önemli temalarından biri oldu. Özellikle AKP ve Tayyip Erdoğan bu kavrama sık başvuruyor. Halbuki daha önce söylediğim gibi AKP'li başkanlar aynı zamanda belediye işlerini şirketleştirerek, taşeronlaştırarak özelleştirmekle, belediye teşkilatını bir hizmet şirketi yapmakla övünüyorlar.
Belediyelerin doğrudan ya da kendisine yakın dernek ve vakıflar aracılığıyla yaptığı/yapılmasına ciddi katkılar sağladığı bu yardımlar, sosyal adaletçi bir program olmak yerine, özellikle büyük kentlerin bir gerçekliği olan yoksullaşmayı ve kayıt-dışılık gerçeğinin yol açtığı ve açacağı sorunları yönetmeye uygun bir politikadır. Bu politika, ikinci dalgası AKP tarafından tamamlanan neoliberal yeniden yapılanmanın sosyal risklerini ortadan kaldırmak için oldukça önemlidir. Bu yardımların, Türkiye'nin görece üstünlüğü kabul edilen ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak için aşamalı bir yoksullaştırma programına hizmet ettiği de söylenebilir.
Sosyal adalet diye bir kaygı taşımayan AKP'nin sosyal belediyecilik iddiasında bulunması sonuçta ironi gibi... Toplumsal sınıf ve gruplar arasındaki gelir dağılımı dengesini daha adaletli kılmaya olanak verecek ekonomik ve toplumsal önlemleri ciddi biçimde gündemine almayan, salt ihtiyaç sahiplerine yardım faaliyetiyle insanların kötürümleştirilmiş yaşamlarına mahkum kalmalarını sağlamaya çalışan partilerden bir sosyal belediyecilik beklemek de açıkçası saflık gibi görünüyor.
Dolayısıyla, İslamcılarla başlayan, diğerlerinin de belli ölçüde taklit ettiği yukarıdan aşağı örgütlenen yoksula yardım türünden işlerin, “yoksulların yerel topluluk ağları içinden ekonomik ve toplumsal yeniden üretimi” işlevini görürken, üzerine bina edildiği muhafazakâr toplumsal ilişkiler nedeniyle de yoksulluğu yaratan güç ilişkilerine karşı başkaldırının önünü kestiğini görmek gerekir.
"Kentsel dönüşüm" ve AKP: Yerelleşme reformu çerçevesinde belediyeler ve il özel idarelerinin yetkilerinin daha da arttırıldığı 2004 sonrası süreçte iki şey oldu. Biri AKP'li belediyelerin, büyük ölçekli altyapı-üstyapı projelerine girişmeleri iken, diğeri aynı süreçte hükümetin kentsel alanda süper yetkili kıldığı TOKİ'yle birlikte yürüttüğü kentsel dönüşüm projeleri oldu.
Bu projelerin kentin merkezi iş alanlarına yakın, arsa değeri yüksek yerlerin alt ve orta sınıflardan temizlenmesi anlamına geldiği her geçen gün daha açık biçimde ortaya çıkıyor. İnsanlar on yıllardır oturdukları, bir sosyal doku yarattıkları yerlerden 15-20 katlı, düşük kaliteli, sosyal, kültürel ve ekolojik altyapısı toplama kampı benzeri yerlere sürülüyor. Buna maruz kalanların çoğunun ne yeni yerdeki bir takım ekonomik yükümlülükleri karşılaması, ne de kent merkezine işe-gidip gelmesinin mümkün olmadığı belirtiliyor.
Kentsel dönüşüm projeleri, AKP'lilerin sermaye yanlısı yüzünü tüm vahşiliğiyle açığa serdiği için sözünü ettiğimiz Altın Orta'nın sürdürülebilirliğini tehdit ediyor. AKP'liler şimdilik buna karşı oluşan tepkileri yerelliklere hapsetme, maniple etme konusunda başarılı olmuş gözüküyor. Ancak krizi de göz önüne alırsak, bu ve benzeri uygulamaların uzun vadede AKP'lilerin kent yoksullarıyla kurduğu ilişkileri zedeleme potansiyeli taşıdığı rahatlıkla söylenebilir.(AED/EÜ)