Oysa, ufak tefek birkaç proje dışında CHPli yerel yönetimin kamusal alanda görünür bir icraatı yoktu. Prof. Dr. Nurettin Sözenin devletçi siyasal geleneğin içinden gelen bir kişi olduğu, çevresindeki insanların ANAPın o yıllardaki popülist politikalarına tepki gösteren bir topluluk olduğu kabul edilebilir. Ancak Prof. Dr. Nurettin Sözenin tartışmaya bile konu olmayan bu iddiasının kamu alanındaki görünürlüğe değil, kamu alanı dışındaki siyasal ilişkilere dayandığı tahmin edilebilir.
CHPnin İstanbulu ve daha bir çok belediyeyi Refah Partisine teslim ettiği seçimlerde herkes halkın tercihlerinde büyük bir değişim olduğunu varsaydı. Oysa bu seçimlerde Refahın oy aldığı kesim, bir önceki seçimde CHPnin oy aldığı kesimle az çok örtüşüyordu. Bu açıdan bakıldığında seçimlerde siyasal temsil bakımından bir süreklilik olduğu düşünülebilir. Asıl değişiklik halkın iradesinin sandığa yansımasında ve yerel iktidarın Refah Partisine teslim edildiği anda değil, yerel siyasetin kamu alanına taşınması sırasında gerçekleşti.
Refah Partili yerel yönetimler ile merkezi otorite arasındaki siyasal rekabet kamu alanına taşındı. Merkezi yönetimle aynı paraleldeki sivil toplum kuruluşları Taksim Projesi, Bizans Surları, Turing Kulüp olayını siyasal gündemin yegane unsurları olarak gördüler. Siyasal rekabet kamu sahasında başörtüsü gibi konularla cereyan etti. Oysa bu görünür kamu sahasının siyasal temsilin unsurları ile tam örtüşmediği varsayılabilir. Kamu sahasındaki gerilim siyasetin bütün temsil unsurlarını içermiyordu. Siyasal elitin kamu sahasında taşıyıcısı olduğu bu unsurlar zamanla temsil kabiliyetini yitiriyor ve kendi kendini temsil etmeye başlıyordu.
Bunun tipik örneği giderek kanıksamaya başladığımız Fetih Şenlikleri. Merkezin çevre tarafından kuşatılmasında bir siyasal metafor olarak önemli bir işlev gören bu etkinlik, daha sonra Valilik tarafından düzenlenen bir törene dönüştü ve ehlileşti. Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi sanırım bu durumu en iyi anlayan siyasetçiler oldular. Mevcut partiler gibi kamu sahasında temsil edilen bir siyasal taban üzerinden siyaset yapmak yerine siyasal temsili demokratikleştirmeyi amaçlayan adımlar attılar.
Refah Partisinin kapatılması ile bağımsız kalan Ali Müfit Gürtuna ise iktidarını sürdürmek için kamu sahasındaki görünürlüğü tercih etti. Bu defa mesaj Bedrettin Dalanın ve çevresinin zannettiği gibi kendi tabanına ve halka değil, sermayeye ve hükümete yöneldi. Ancak AK Parti İstanbulu ve büyük kentleri artık çok yakından tanıyor. Belki de bu yüzden uzlaşmak yerine kendi adayını belirlemeyi tercih edecek. Şaşırtıcı olan ise siyasal merkezin dışındaki oylarla iktidara gelen AK Partinin bu kesime yönelik popülist politikalar izlemek yerine farklı bir yolu tercih etmesi. AK Parti klasik popülist modelin tıkandığını görüyor ve değiştirmek için adımlar atıyor. Eldeki hazır fırsatları kullanmayı değil, potansiyel siyasal fırsatlar yaratmayı hedefleyen bu öngörü, bir özgüven göstergesi olduğu kadar Türkiyede ve büyük kentlerde yeni bir dönemin başlayacağının göstergesi olarak da kabul edilebilir.
AK Partinin hazırladığı Kamu Yönetimi Yasa Tasarısında (Türkiye tarihinde ilk defa) sivil toplum katılımının klasik siyasal model dışında tanımlanması da bu açıdan son derece önemli. Bu taslakta ilk defa sivil toplum kuruluşlarının her hangi bir siyasal temsile dayanmaksızın varolma imkanları sorun ediliyor. Sivil toplum kuruluşları arasında iletişim ve işbirliğini geliştirecek mekanizmaların oluşturulması, hizmet ve işlev kapasitelerinin geliştirilmesi gibi hükümler yer alıyor. Böylece kamu otoritesi ile siyasal temsil ilişkilerinden güç alarak siyasal süreçlere katılan sivil toplum kuruluşlarının işbirliği yerine ilk defa temsil dışı işlev gören gayrı resmi kuruluşlar için bir tanım getirilmiş. Çok taraflı (aktörlü) bir yönetim modelini öngören bu taslak tek özneli bir siyasal modelin ve sivil toplumun korporatist bir biçimde örgütlenmesinin sınırlarına işaret ediyor.
Ancak bu noktada profesyonellerin örgütlerinin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının rolü yani bu süreçte nasıl yer alacakları konusu geçmiştekinden çok farklı bir önem kazanıyor. Örneğin sivil toplum kuruluşlarının adına yönetişim denilen bu model içinde eski korporatist siyasal örgütlenme biçimlerini sürdürmeleri ve siyasal süreçlere yalnızca kendilerini katmaları durumunda kent yönetiminde çok bir şeyin değişmeyeceği açık. Üniversitelerin, meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının kendi kamu yararı kavramlarını temsil etmesi hiç bir zaman yeterli değil. Kamu otoritesinin bilgi paylaşma, karar alma yöntemlerini tanımlayacak, yükümlülüklerin ortaya koyacak ve asıl sivil toplumu kamu alanına taşıyacak yeni bir katılım biçimine ihtiyaç var.
Sivil toplumun yönetimler tarafından temsili sanıldığı gibi yalnızca halkın ve temsilcilerinin (sivil toplum kuruluşlarının) yönetim işlevlerine katılması, görüşlerini informel siyasal kanallarla ifade etmesi değil. Kamu yönetimi reformunun asıl püf noktası burada. Uzmanlık kuruluşlarının, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının kendi çıkarları ile konumlarını örtüştüren çift şapkalı bir kimlik taşımak ve ayrıcalık arayışında olmak yerine iktidar dışı bir işlev görmesinde. Kent yönetimi ile ilgili kamu işlevlerinin tasarlanması, kentin önceliklerinin belirlenmesi için bu uzmanlık gruplarının daha önce farklı çıkar grupları ve kendileri adına kurguladıkları kamu işlevlerinin, planların, projelerin yani yerel siyasal ürünlerin siyasete açılması zorunlu. Siyasal temsilin demokratikleşmesi için bu uzmanlık gruplarının temsilcilerinin iktidardan ve aynı zamanda da piyasadan bağımsız olarak varolabilecekleri siyasal yöntemlerin sivil toplum kuruluşları tarafından sürekli araştırılması, tartışılması ve mevzuatı yönlendirecek uygulamalar ile etkileşmesi gerekiyor.
Bugün katılım talebi yalnızca çıkarların temsilini değil, siyasetin görünür kılınmasını içeriyor
Bugüne kadar büyük kentlerde yaşayan halkın taleplerini kamusal alanda ifade etmesi ve kamu otoritesinden düzenleyici bir rol beklemesi söz konusu değildi. Göçlerle büyüyen yeni nüfus taleplerini bambaşka yollarla (tanıdıkları, hemşerileri, akrabaları...) çözmeye, seçkinler de kapalı ilişkiler içinde ayrıcalıklı bir konum elde etmeye çalışıyorlardı. Bugün kentlileşen ve kentin sorunları ile başetmeye çalışan bu insanlar taleplerini kamusal alana çıkarmaya başladılar. Şimdi yerel yönetimler tapu vereceğiz, el altından hizmet götüreceğiz, para dağıtacağız diye oy almak durumunda değiller.
Artık yerel yönetimler yeni taleplere cevap vermek durumundalar. Bu noktada katılım sorunu yerel yönetimlerin gündemine farklı bir biçimde geliyor. Bugün İstanbulda uluslar arası sermaye, yeni göçmenler, yoksullaşan insanlar, risklere maruz kitleler ve farklılaşan talepler var. Bu farklı talepleri, farklı sorunları İstanbul nasıl bir potaya taşıyacak ve kentin enerjisini dışlamayacak bir yönetim anlayışı ile çözecek? Bu değişimde kimler rol oynayacak? Gündemdeki sorun bu.
Diğer taraftan büyük sermaye de kent içinde farklı bir konum alma ihtiyacı duyuyor.
Unutmayalım: Büyük sermaye deyince yalnızca bir ailenin elinde toplanan servetin yönetimi anlaşılmasın. Büyük sermaye yalnızca ürünleri ile farklı talepleri değil, yapısı ile de farklılaşan yatırımcıları kapsayan bir girişimci tipi. Küçük yatırımcılar pekala büyük sermaye içinde yer alabiliyor. Bugüne kadar küçük yatırımcı ancak arsaya, konuta yatırım yapabiliyordu. Büyük sermaye içinde yer alamıyordu.
Bugüne kadar kent çeperlerindeki yeşil alanlara uydu kentler yaparak, bir fırsat yakalayıp Boğaz öngörünüm bölgesine villalar kondurarak büyük sermayenin kent içindeki dinamiklerden yararlanması artık yeterli değil. Büyük sermayenin kente nüfus etme girişiminin perakende mağaza zincirleri, eğitim, sağlık tesisleri v.s. ile gerçekleştirdiklerinden çok daha kapsamlısının kentlileşen nüfusun karşılanması gereken ihtiyaçlarına cevap vermesi ile gerçekleşmesi mümkün. Dönüşüm bekleyen yerleşim bölgeleri, büyüyen ulaşım sorunları, yoksullaşma, büyüyen riskler sermaye için kent içi yerleşim alanlarını cazip hale getiriyor ve bugüne kadar kentten yeterince faydalanamayan girişimcilerin ilgisini çekiyor.
Bu durum yerel kamu işlevlerinin ve kent yönetimlerinin eskisine göre çok daha bu tür profesyonel girişimlere açık olmasını ve karar mekanizmalarının sürekliliğini gerektiriyor.
Bu nedenle sermaye kendi çıkarlarını diğer kesimler gibi maksimize etmeye çalışan seçkinler, profesyonel uzman gruplar ile ittifaklarını gözden geçirmeden kente nüfus edemeyeceğini farkediyor. Bu nedenle İstanbulda siyasal temsil yanılsaması yaratan popülizm ile siyaseti bürokrasiye teslim eden seçkincilik dışında ufukta başka bir yol görünüyor. Popülizm ve bundan yararlanarak seçkinlerin kendi çıkarlarını temsil ettiği klasik siyasal model yalnızca AK Partiye değil, artık büyük sermayeye de dar geliyor.
Bugün yerel yönetimlerdeki değişimin iki karşıt yönü var: Gelişme potansiyelini siyasal temsilin demokratikleştirilmesi oluşturuyor. Bu gelişmenin karşısında ise gücü olanın gelişmelerden pay aldığı, kararlara katıldığı bir siyasal temsil biçimi yeralıyor. Bu açıdan bakıldığında bugüne kadar merkezin dışında kalan toplumsal aktörlerin görüşlerinin, taleplerinin temsili önemli. Bugüne kadar kent yönetimlerindeki bütün siyasetçiler hatta bürokratlar sürekli sivil toplum katılımından sözettiler. Siyasal başarı planlamadan dışlanan kesimlerin çıkarlarının temsiline dayanırken, iktidarlar merkezdeki gruplarla ittifak yaparak sermayeye alan açtılar. Bugün bu modelin sınırlarına gelindi. Artık büyük sermayenin kente nüfus etme arayışı ile halkın katılım sorunu aynı anda gündeme geliyor.
İstanbul gibi büyük kentlerimize baktığımızda karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor: Bir tarafta bürokratik kurumlarımız, katı kurallarımız var. Öbür tarafta giderek büyüyen sorunlar, riskler ve asgari düzenleme ve yönetim hizmetlerinden nasibini almayan insanlar var. Planlar kağıt üzerinde yapıldığı için çok taraflı bir uzlaşma belgesi olarak değil, bir grup uzmanın kendi özel fikri gibi kabul görüyor. Bu nedenle kentler, yerel halk planlama sürecinin akılcılaştırma fırsatlarından, uzmanlık ve yönetim hizmetlerinden yeterince yararlanamıyor. Uzlaşma içinde hazırlanmayan planlar kentsel gelişmeyi düzenleyemiyor. Yapıların büyük bir bölümü kaçak olarak inşa ediliyor. Restorasyon uygulamaları kurallara uydurulan dekorasyon projelerine dönüşüyor. SİT alanı ilan edilen bölgelerde insanlar yasaklardan bunalıyorlar. Yapıların büyük bir bölümü uzmanlık hizmeti almadan dönüşüyor. Planlama süreçlerinden dışlanan insanlar, fakirleşiyor. Haksız kazanç sağlayanlar zenginleşiyor. Karanlıkta alınan kararları ve uygulanmayan kuralları istediği gibi kullanma fırsatı bulanlar güç kazanıyor. Planlama gibi en önemli kamu hizmeti özelleşiyor, kararlar insanların özel hayatlarına tecavüz ediyor. Halkın göz göre göre yüksek risk altına girmesini, eziyet görmesini, krizlerle fakirleşmesini hep birlikte seyrediyoruz. Kentlerdeki bu durum insan haklarına aykırı.
Temsil dışı aktörlerin dönüşümde rol alması gerekli
Bugün Türkiyede sivil toplum kuruluşu kavramı birbirinin karşıtı olan iki ayrı işleve tekabül ediyor: Bunlardan birincisi bir kesiminin temsilcisi olma işlevi. Diğeri ise hiç bir kesimi temsil etmeyen, gücünü çıkarlarını temsil ettiği kitlelerden değil, halkın bilgi sahibi olmasını sağlayarak siyasal süreçlere katılmasından, çözümler geliştirmesinden alan veya alması gereken kuruluşlar. Temsile dayanan sivil kuruluşlar, kamu kişilikleri tarafından kurulan ve kamu imkanlarından yararlanan örgütler yanında STKlara nefes alacak bir yer kalmıyor. Bu nedenle Kamu Yönetimi Yasa Tasarısının STKların yönetime katılım biçimlerini değiştirmeyi amaçlaması önemli. Eğer Türkiyede yönetimlerin siyasal temsil olanaklarının geliştirilmesi isteniyorsa, yerel yönetimler yalnızca kendi çıkarlarını temsil eden ve bilgiye, kararlara erişim gücü bulunan kuruluşlara değil, yönetim işlevlerini STKlara fırsat eşitliği sağlayarak açmak zorunda. Sivil toplumun, farklı kesimlerin taleplerinin kamu sahasına taşınması için de sanıldığı gibi temsile dayanan kuruluşlara değil, STKlara, yeni profesyonellere ve kendisini temsil etmeyen akademik çalışmalara nefes alacak bir alan açılması gerekli.
Yerel yönetimlerde siyasal temsilin demokratikleştirilmesinin tek yolu var: Halkın yönetim işlevlerine katılması, kararlar hakkında bilgi sahibi olması, buna karşılık uzmanlık kurumlarının yönetimden bağımsızlaşması, bir sivil toplum kesimi olarak kendi çıkarlarıyla uzmanlık işlevini örtüştürmemesi. Oysa bugüne kadar bu profesyonel ve uzman grupların siyasetten arındırılmış bir kamu düzeni arayışı kamu işlevlerinin karanlıkta kalması anlamını taşıyordu. Bu grupların katılım biçimi gücünü kapalı ilişkilerden alan bir sivil toplum sosyetesi yaratmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Siyasal alanın genişlemesi için ilk önce siyasal işlevlerin niteliğini geliştirecek bu temsil dışı aktörlerin kapasitesinin geliştirilmesi gerekiyor. Bugün sivil toplum kavramı yönetimler tarafından oy kaynağı olarak veya temsilcileri ile siyasete dayanak sağlayacak bir araç olarak değil, siyasal başarıyı ve rekabet gücünü yaratacak farklı bir yönetim dışı aktör olarak görülmek zorunda. Bugün STKların katılım talebi yalnızca çıkarların temsilini değil, siyasetin görünür kılınmasını içeriyor. Kentin önceliklerinin belirlenmesi, deprem riski, ulaşım sorunları, gündemdeki karmaşık projelerin yönetimi, bunların hepsi yerel yönetimlerin rolünü yeniden tartışmamızı gerekli kılıyor. (KG/EK)