Türkiye’de yerel seçimler, demokrasinin gelişmişliği ölçüsünde bir yerellik önemi ve özelliği gösterir. Bu anlamda yerel seçimler genellikle merkezi siyasetin kerteriz alındığı ve ancak kimi yerlerde aday(ların) niteliğinin öne çıktığı seçimler oldu.
Ancak hiçbir yerel seçim, 30 Mart 2014 yerel seçimleri kadar merkezin belirlediği ve hatta bir tür referandum niteliğine haiz olmadı.
Hükümetin ve özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Erdoğan’ın Gezi ile başlayıp 17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarıyla ortaya çıkan yönetemezlik krizi, iyicene açığa çıkan otoriteryan ve hatta profaşist yapısıyla örtüştü.
Başbakan Erdoğan krizden çıkışı, seçmenini konsolide etmekte buldu. Seçimleri “Biz” ve “Ötekiler” ayırımı üzerine bina eden Başbakan Erdoğan, düşmanlık ve şiddet içeren siyasi diline bir de vicdansızlığı ekledi. Çok bağırdı, çok azarladı, çok tehdit etti, her şeye el uzattı, dil uzattı; “Taranta Babu”nun sekizinci mektubundaki Mussolini gibi!
Bu benzetmeyi abartılı bulanlar olabilir. Evladını yitirmiş bir anneyi yuhalatacak kadar gözü dönmüş birinin siyasi dünyasında, bu ülkeyi Suriye bataklığına sokmaktan çekinmeyeceğinin de kaydı çıktı.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'e ait olduğu öne sürülen ses kaydı, seçimlere çok kısa bir süre kala, 27 Mart tarihinde yayınlandı.
Bu kaydı, devletin bir başka aklının yayınladığını sanıyorum. İyi ki yayınlandı ve böylece Suriye’ye yapılacak olan askeri müdahalenin önü kesilmiş oldu. Eğer bu kayıt çıkmamış olsaydı, seçim öncesi kısmen de olsa birkaç alay eşliğinde ve “Ceddin deden, neslin baban” marşları eşliğinde yapılacak bir Suriye taarruzunun milliyetçi/Sünni şişinmesinin tahvil edileceğini görecektik. Buna şimdilik diyebiliriz…
Yerel seçimler, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) açısından hükümet etmeye devam etmelerinin, muhalefet açısından ise, AKP’nin hükümet etmemesinin referandumuna dönüştü. Sanıyorum pek az yerde, genel/merkezi siyasetin etkisinden uzak, yerel adayların belirleyici olduğu seçimler yaşanacak.
Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), AKP hükümetinin geriletilmesinin yolunun İstanbul, Ankara gibi büyükşehir belediyelerindeki seçim galibiyetlerinden geçtiğinin bilinciyle adaylarını ona göre saptadı (örneğin MHP kökenli Mansur Yavaş’ı Ankara’dan aday gösterdi) ve kimi yerlerde zımnen bir CHP-MHP ittifakı oluşturuldu.
Kaldı ki, bu ittifaktan medet uman yazı erbabı, açıkça hangi partinin adayı kazanacaksa o bölgede o partinin desteklenmesi gerektiği üzerine az mürekkep harcamadılar. Bu da yetmedi, CHP’li suratını kuaför solculuğunun makyajıyla ‘gizleyerek’ solcu, demokrat gibi takma adlar kullananlar ise, “Tatavaetmesarıgülebasgeç” sloganıyla Halkların Demokratik Partisi'ne (HDP) gidecek seçmeni maniple etmeye çalıştılar.
Kaldı ki bunlar, HDP’ye oy verecek birinin CHP’ye oy vermeyeceğini bile yeterince bilmiyorlar.
Bir tarafta AKP hükümeti, bir tarafta CHP ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) muhalefeti: Solcu, sosyalist, demokrat, çevreci, yeşilci, feminist, LBGTİ… ve hatta özgürlükçü liberaller; demokrasiyi ortak bir başlık olarak kullanacak olursak tarafımız ne olmalı? Ya da şöyle sorayım; bu hükümetten ya da bu muhalefetten yana olmak zorunda mıyız?
Bu kesimin genel olarak kendine bu soruyu sorduğunu ve oyunu ona göre verdiğini düşünüyorum.
İşte bu seçimlerde bir üçüncü yolun daha olduğunu bize HDP ve doğuda BDP gösterdi.
Daha ne kadar kafamızın kırılması gerekiyor?
Bu devleti, merkez sağ siyaseti, devletçi CHP’yi, milliyetçiliği, İslamcı siyaseti tanımamız için daha ne kadar kafamızın kırılması gerekiyor?
Elbette bu siyasi oluşumlardan ola ki, demokratik adımlar atıldığında, bu çabalar desteklenmeli. Ancak aslolan kendi gücüne güvenmek ve bu gücü daha bir büyüterek, merkeze karşı etkili basınçlar yaratabilmektir.
Bütün bu genellemelerin, siyasete dair bütün konuşulan yazılan, çizilenlerin özü Kürt sorununda düğümlenmektedir. Kürt sorununun çözülmediği bir Türkiye’de demokratik bir sisteme kavuşmak mümkün değildir.
Bu seçimler yerel olmaktan çok, bir genel seçim tercihi ve psikozu içerisinde yapıldı.
AKP’nin yüzde 45 bandında oy alacağını tahmin ediyorum. Ancak AKP yüzde 50 veya daha fazla oy alsa da, Türkiye eskisi gibi yönetilemez.
Seçim sonuçlarının siyasal ve sosyolojik analizleri ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, seçmen tercihlerini etkileyen birçok faktör olmakla birlikte, Türkiye’de seçmenin genel olarak demokratikleşme ve özgürlük diye pek bir sorunu yok ve olmadı da.
Tam da bu noktada öteden beri Kürt siyasi hareketinin demokratikleşme sürecindeki asli dinamik olduğu ortaya çıkıyor. Bu da gösteriyor ki siyasi durum, aynı minvalde devam ediyor.
Seçimler sonuçlanmadı; bu bir erken yazıdır. Ancak bir sürpriz beklemiyorum.
Büyük ölçüde Başbakan Erdoğan’ın şahsına kilitlenmiş bu seçimde, seçmen, Başbakan Erdoğan’a sahip çıktı.
BDP ve HDP’nin oyları yükselerek yüzde 8-9’lara dayansaydı, daha etkili bir yol inşa edilmiş olacaktı. Siyaset bir süreç meselesidir ve umarım durumdan dersler çıkararak ileriye dönük doğru adımlar atılabilir.
Hayat, istenir olanla yaşanılan arasındaki çelişkidir. (HŞ/BA)