E. J. Hobsbawn, Devrim Çağı kitabında, dinin önceleri “hiçbir insanın kaçamayacağı, dünyada üstün her şeyi içeren gökyüzü gibi” olduğunu, sonraları ise insanın “gökyüzünün geniş ama sınırlı ve değişken bir biçimi olan bulutlar topluluğunu öğrenip” dine uyguladığını söylüyor. Benzer bir içeriğe Birikim’in Temmuz- Ağustos sayısında Polat Alpman’ın yazısında denk geldim. Şöyle diyor Alpman: “Allah vardır ve insanın içinde işleyen ahlak yasasının asli nedenidir. Bu anlayışın son zamanlarda hızla değiştiği ve ‘Allah varsa her şey mubahtır’ anlayışının İslamcılık açısından gittikçe güçlü bir eğilime dönüştüğü öne sürülebilir.” Bana da yerde, gökte ayrı bir Allah varmış gibi geliyor. Sanki birine sen karışma bu işe deniliyor. “İslamiyet bu değil” dediklerinde de tekrar o Allah çağrılıyor. Ortadoğu semalarında amaca hizmet ettirilebilen bir Allah var örneğin ve cennet vaadi ile öldürmeyi emrediyor.
Bencillik tabi ama hoş görülebilir. IŞİD ya da DAİŞ, Türkiye’ye girmek üzere, sınırın birkaç km yakınında diye bir panik halindeyiz. Üstelik buralarda piknikler yaptıklarını, toplu namazlar kıldıklarını da biliyoruz. Dahası hangi semtlerde yaşayıp, nerelerde boy gösterecekleri üzerine bile tahminler yapılıyor. Kastedilen şu yalnız, ufaktan hazırlıklar başlasa da henüz canilikleri ile tanışmadık.
Şimdilik polisiye diziymişçesine bir toplu taşıma aracında çekilmiş videolarını seyrettik. Birinin yüzü çok gözükmüyor. Diğerinin yaşı 25 var yok. Ortadoğu haritasında çığ gibi büyüyorlar, önlerine düşen insanları öldürüyor, kalanları da çöl ikliminin acımasızlığında can telaşıyla yollara düşürüyorlar. Beri yandan sinirleri gerecek kadar ağırından dünya düzeni bürokrasisi işliyor. Ülkeler arası görüşmeler yüksek güvenlik önlemleri ile devam ediyor. Tüm protokol usulleri yerine getiriliyor. Makul gözükecek resmi nedenler çat çat sıralanabilir ama yine de hiç anlaşılabilir gibi değil. Tüm bu görüşmeler devam ederken kaç insan pılını pırtısı toplayıp evlerini terk etti, kaç insan öldü, kaç kadının hayatına el konuldu kim bilir. Yani en azından işinizi telefonla hallediverin, ne gerek var gelmelere, gitmelere, değil mi.
Bizde de ayrı bir telaş oldu. 101 gündür haber alınamayan insanların yakınları, siyasetin sahnesinde tepe tepe kullanıldı. Başbakan Davutoğlu ve ekibinin, TV’ler için hazırlamış olduğu bu etkinlikte yakınlar ve rehineler dışındaki tavırlardaki şematik duygusallık göz doldurdu. “Bizim için 1 kişi 75 milyon kişidir” gibi laflar edildi. Bu şiirsel matematiğe uyup, örnekler vermeye başlasak ölülerin adlarını boş yere kullanmış olmakla kalırız. Yeni Türkiye’ye ve daha da doğrusu devlet işleyişine mantıkla yaklaşmayı bırakmak gerekiyor sanırım. Hatta üzerine az konuşup daha lüzumlu pratiklere bakmak belki de. Hoş evet, abartılı hareketlerdi, o kesin. Her karenin muazzam olması akıllarda olduğu için aynı kişi defalarca alnından öpüldü falan. Şüphesiz çocuklar bu pozlar için ideal olacağı için bilhassa onlar önlere atıldı. Yalnız şu var ki elinde hurma ile çocuğu yemeye çalıştıran Başbakan’ın görüntüsü zorlama olsa da baştan sona bu duygu fırtınası hiç dalga geçilecek bir şeymiş gibi değil. Çünkü biliyoruz ki o görüntüleri gözyaşları ile izleyen binlerce insan oldu. Hınçla söylenmiş gibi olmasın ama orta sınıfın pek anlamayacağı konular.
Rehineler karşılığında ne oldu, ne bitti analizlerinin illaki tutulabilir yanları var. Ama bir yandan eldeki sağlam verilerle oluşturulan, “ya da” ve bir daha “ya da” gibi akıllıca olasılıklar da bir işe yaramıyor. Sanırım bu çaresizlikten olsa gerek ülkedeki boy ortalaması sanki 1.80’lerdeymiş gibi, Davutoğlu’nun boyu ile ilgili her nevi dokundurma yapıldı. Kavi politik argümana, aklın yolu bir içerikli evrensel doğrulara, vicdani ahlaka sahip olmaktan da ümit kesilmiş gibi ya da bunlar olmadığı için bu satırlar yazılıyor, bilmiyorum.
Bunca mantıksızlık içinde barış sürecinden çok şey beklemek ile beklememek arasında gelgitler yaşıyoruz. Örneğin Kobani’deki son durumlara Türkiye hükümetinden bir tepki beklemek gerçek dışı bir istekmiş gibi. Şiirsel matematik hesabın etkisi ile söylersek, yüz ölçümü olarak bu topraklarda barışı uygulatmamak için kırk takla atan bir iktidar daha uzak diyarlara niye açılsın? Kaldı ki ne yalan söyleyeyim hiç öyle barış müzakereleri yürüten diğer dünya örnekleri ile kıyaslanabilecek gibi değil barış sürecimiz. Misal öncelikli sözümona legal taraftan beklenilecek bir resmi üslup yok. Çocuk gibi davrandıkları da oluyor çoğu. Ağız burun oynatan, siz değil biz barışıyoruz sizinle havasında burnundan kıl aldırtmayan, zaten var olan milliyetçilik damarını tıkamamak için görüşmelerin dışarıya çıkmasından utanıp sıkılan, meydanlarda müzakereleri yürüten taraflardan biri değilmiş gibi çok başka konuşan bir muhatap var. Binlerce insan için, sınır kapılarında yazan “Hoş geldiniz” ibaresi gibi bir barış süreci. Zor iş, sabır isteyen bir uğraş ama şükür ki manevi savaştan hiç yılmayan insanlar var. Bu arada insanlar ölüyor ya da uzun yıllar ölmeye yakın yaşayacaklar. (FG/ÇT)