Artık kimsenin yaşadığı topraklarda kendisini "ürkek güvercin" gibi hissetmemesi için nefret suçlarına gereken yasal düzenlemenin aciliyetine 26 Şubat Pazar günü bir kez daha tanık olduk.
Korktuk. İtiraf edelim, korktuk. Bu topraklarda yaşayan bir Ermeni olarak Garo Paylan, 26 Şubat'ta gerçekleştirilen Hocalı 'anma'sı için "2012 yılının 6-7 Eylülü'nü yaşadık" diyorsa, AGOS çalışanlarının herhangi bir saldırıya maruz kalmaması için gazete önüne otobüslerce çevik kuvvet taşınması gerekiyorsa, birazcık vicdanı olan insanlar olarak korkmamız gerekirdi zaten.
Günler öncesinden İstanbul metrolarına ve koca koca bilboardlara asılan afişlerde hep bir nefret söylemi gözümüze çarpıyordu. Buna rağmen İstanbul valiliğinin bu afişlere nasıl izin verdiği hayret konusuydu.
Geçmiş zamanlı bir cümle kuruyorum, çünkü 'anma'da İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'i görünce cevap aramaya pek de gerek kalmamıştı. "Ermeni yalanına sessiz kalma!" denilerek kastedilenin, Ermenistan devletinin Hocalı katliamı hakkındaki iddiaları değil, en başından 1915 olayları hakkındaki soykırım argümanı olduğunu biliyorduk. Dahası, yapılacak 'anma'nın nefrete teslim edileceği ve ırkçı-milliyetçi grupların intikam naraları atacağı da apaçık ortadaydı.
Henüz çok yeni olan Uludere katliamına sesini çıkarmayanlar nasıl olacak da Hocalı için insani bir anma programı organize edeceklerdi ki!?
Koca bir gün boyunca açılan pankartlarla, atılan sloganlarla ve taşınan dövizlerle Taksim Meydanı bir halka karşı topyekun nefret söylemlerine tanıklık etti.
Önce toplanan az sayıda kişi Ermenilere (zaman zaman Hrant Dink özelinde) hakaretler ediyor, devletin karanlığıyla yaratılan bir katil lehinde sloganlar atıyordu. İnsanlar çoğaldıkça "AGOS'a yürüyeceğiz!" bağırışlarıyla 'anma'nın içeriği de cinnet noktasına yaklaşıyordu.
Neyse ki böyle bir şeye tanıklık etmeyecek kadar şanslıydık. Açılan pankartlara ve taşınan dövizlere baktığımızda ise "İşgalcisiniz... Katilsiniz... hepiniz ermenisiniz!" ve "Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz" gibi ifadelerle karşılaşıyorduk. Yalnızca bu iki söylem bile nefretin boyutunu sergiler nitelikteydi.
Taşınan bu pankartlar ve dövizler yeterince insanlık adına üzücü olmasıyla birlikte, kadınların ellerindeki ulusal bayraklarla ikinci ifadenin geçtiği dövizle fotoğraf çektirdiğini görmek cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele eden insanları daha da bir üzdü.
"Piç" ifadesiyle yalnızca "hepimiz Ermeniyiz" diyebilme cesaretini gösteren yüz binler aşağılanmaya çalışılmıyor (neyse ki biz "piç" sözünü hakaret olarak görmüyoruz), aynı zamanda cinsiyetçilik de yapılıyordu. Milliyeti, inancı, ideolojisi... kısacası aidiyeti ne olursa olsun, beynini nefretle doldurmuş bir insandan bunun ayrımını yapmasını beklemiyorduk zaten.
Beklemediğimiz (ya da 'umduğumuz' demem daha doğru olur) bir diğer şey ise, Hrant'ın katledilmesinin ardından devletin daha fazla nefrete ortak olmayacağıydı. Bu şaşkınlıkta normal karşıladığımız tek şey, yaptığı 'terörizm' tanımlamalarıyla yakından tanıdığımız İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin idi. Gerek politik söylemleriyle gerekse de yaptığı 'intikam' konuşmasıyla o alanda hakaret amaçlı hazırlanmış pankartların önünde konuşma yapmaya kendini yakıştıran bir Bakan olduğunu gösterdi.
Nefrete karşı ne yapmalı?
Tanık olduğumuz bu kitlesel nefret mitingi (artık 'anma' yerine 'miting' denmesi daha doğru olacak) vicdan sahibi insanların zihninde "ne yapmalı?" sorusunu canlandırıyor. Bu örneğin tam da 2012 Şubat'ında gerçekleşmesi ise cevabı kolay kılıyor.
Geçtiğimiz Ocak ayının son günlerinde biraraya gelen 47 sivil toplum örgütü "Sen de başkasın, nefretme!" sloganıyla Nefret Suçları Yasa Kampanyası Platformu'nu oluşturdular. http://imza.nefretme.org/ adresi üzerinden başlatılan imza kampanyası ile katılımcı STK sayısı 60'a yaklaştı.
Yakın zamanda tanıklık ettiğimiz "Trabzon'da Rahip Santoro cinayeti (2006), Hrant Dink cinayeti (2007), Malatya Zirve Yayınevi katliamı (2007), Manisa Selendi'de Roman yurttaşlara linç girişimlerinin (2010) yanı sıra çeşitli il ve ilçelerde Kürt yurttaşlara yönelik linç girişimleri, HIV pozitiflerin yaşadıkları tecrit durumu ve basında çok sık yer alan LGBT cinayetleri" ve son olarak şahitlik ettiğimiz, bir halkı topyekun hedef alan bu kitlesel nefret söylemlerinin önünü alabilmek için evrensel insan hakları değerlerine bağlı yasal bir düzenlemenin artık şart olduğu ortada.
ABD, Avrupa ve 'Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı' (AGİT) üyesi ülkelere baktığımızda, yapılan yasal düzenlemelerin nefret suçunun önlenmesinde ne derece önemli olduğunu rahatça anlayabiliriz.
İhtiyaç duyduğumuz bu yasal düzenlemenin amacı herhangi bir suçun önüne geçmek olarak görülüp hafife alınmamalıdır. Her şeyden önce temel amaç, toplumsal dokunun onarılamayacak şekilde zedelenmesinin önüne geçmek ve bir arada yaşama kültürünün sahiplenip kendi iç dinamikleriyle geliştirilmesidir.
Pazar günü tanıklık ettik, nefretin boyutu o kadar büyük ki sadece Ermeni yurttaşlarımızı değil, mazluma destek olan "hepimiz Ermeniyiz" diyebilen yüz binler başta olmak üzere bütün bir Türkiye toplumunu hedef alıyor.
Dünyayı güzellik kurtarır mı ya da sadece güzellik yeterli midir bilmiyorum. Tek gerçek var ki, nefret öldürür; "öteki"ni de, ötekileştireni de. (BK/HK)
* Batuhan Kurtaran, İstanbul Bilgi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğrencisi.