Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, Tuzluçayır'a son gidişimden belki de yirmi hatta yirmi beş yıl sonra, etrafımdaki hiçbir şey bana, Ankara'nın bu eski gecekondu mahallesini hatırlatmıyordu.
Bu cümleyi noktalarken bile, iyice emin olabilmek için, pencerenin hemen önündeki yarı yarıya solmuş asmaya, epey kirlenmiş camın kasvetli panoramasını, griye boyalı bir apartman ve önüne park edilmiş arabalarla paylaşan, çıplak ağaca bakıyorum. Hayır, Tuzluçayır hiçbir mesaj iletmiyor bana... Sonra hava yavaş yavaş kararıyor. Birden başlayan yağmur iri damlalar halinde dökülüp, sokak lambalarını göz alıcı fanuslara dönüştürüyor. Yağmur iyice şiddetlenince karşıdaki otoparkın köpeği uzun uzun havlıyor. Yine de mahalleyi anımsatan hiçbir şey yok. Okumakta olduğum kitabın da bundan sorumlu olduğunu sanmıyorum.
Dahası, o zaman, hayatımızda önemli bir yeri olan mahallenin ismi de, bugün oldukça tuhaf geliyor bana; Tuzluçayır... Bu ismin neden konulmuş olduğu hakkında fikir yürüterek kimsenin vaktini almak istemem... Zaten aklıma 'tuzlu'dan ve 'çayır'dan başka bir şey de gelmiyor.
Mamak, Keçikıran, Çinçin Bağları...
Ama diyebilirim ki, o zamanlar bu ismin olağanüstü bir çekiciliği vardı. Üniversiteden şehre inip bir koşu gittiğimiz Mamak, İncirli, Keçikıran, Çinçin Bağları adlarını taşıyan diğer mahalleler gibi orası da, yürekten inanmanın kanatlı ayakkabılarını giymiş bizler için, uçsuz bucaksız bir harikalar diyarının parçasıydı.
O parlak, devrimci, keyifli, çılgınlık derecesinde coşkulu yıllarda, parkalarımız, botlarımız, kitaplarımız ve sonsuz inancımızla yatağını bulmuş dere gibi memnun akardık gecekondu mahallelerine...
Çalkalana çalkalana gidip, son nefesini vermiş gibi, puflayarak duran eski püskü minibüsten inip ayak bastığımız yer, umut toprağıydı... Orasını biz şekillendirecektik, orasını refaha ve güzelliğe boğacaktık... Onlara özgür, mutlu ve insanca yaşamanın sırrını götürecektik. Kalplerimizin üstünde taşıdığımız muskayı, hiçbir karşılık beklemeden çıkarıp, avuçlarına koyacaktık...O muskayı aldılar mı, onlar da bizim kadar inanacaklardı. Bunun için her şeyi feda etmeye değerdi...
Boydan boya sloganlar
Kışın çamurlu, yazın toz toprak yola adımımızı atar atmaz, kargacık burgacık yollara, patikalara sanki uzun yıllardan beri orada yaşıyormuşçasına rahatlıkla dalıverirdik... Kaybolmaktan, terslenmekten, korkmazdık. Tuzluçayır bize dosttu. Evlerin bahçelerindeki ağaçlarının beyaz, pembe çiçekler açtığı, kabak kafalı çocukların henüz olmamış meyveleri sabırsızca taşladığı, kömür kokusunun, reçineli ağaç kokusunun insanların genzini yaktığı ve güneşin basık yer evlerinin çatılarına zalim bir tiran gibi taht kurduğu bütün o mevsimler boyunca, insanlar aşık olurken, ölürken, çocuklar doğarken, kadınlar gülerken, leğenlerden bahçelere sabunlu sular dökülürken bizi beklemişti.
Gelip, gözlerimizde büyük bir hayranlıkla kendisine bakmamızı, boydan boya sloganlar yazılmış gecekondu duvarlarına rengarenk eldivenlerimizle dokunmamızı, evlerin kapı önlerine serilen kilimlere kurulup çay içmemizi beklemişti...
Bu yüzden korkmuyorduk... Çok uzun bir süreden beri beklendiğimizi biliyorduk.
Oysa, kocaman laflarımız, biraz budalaca kaçan memnuniyetimiz, tahammül edilmez çokbilmişliğimizle bizi püskürtmek, "siz buraya yabancısınız" demek, bıçak gibi keskin olmalarına bakmadan hem kızları, hem oğlanları ağlatıvermek fazlasıyla kolaydı. Ama Tuzluçayır, bunu yapmak yerine, uzun süredir hasret olduğu evladını kucaklar gibi bizi bağrına bastı.
En kötüsü "kız" muamelesi görmekti
Kimseyi kandırmıyorduk, pantolonlu, kısacık saçlı bir örnek kızlardık; ceplerimizde "kesintisiz devrimler" filan taşırdık. Ama en lezzetli börekler bize açılırdı, en kaçak çaylar bize demlenirdi. Çeyizlerden en güzel işlenmiş havlular bize çıkartılırdı... Gece kaldığımızda, kat kat yataklara mis gibi çarşaflar yayılırdı... Bahçede oturduğumuzda etek giymiş olanlara bembeyaz işli bir yemeni verilirdi, bacakları görünmesin diye... En çok da bundan korkardık; biz etek giymezdik, pantolon giyerdik...En kötüsü "kız" muamelesi görmekti.
Gece gündüz, yaz kış demeden o patikadan bu patikaya dolaşıp dururduk, o koskoca mahallede her evin hikayesini, her yaşlının hastalığını, her gelinin derdini bilirdik dersem, abarttığımı sanmayın. Bir gecekondunun daracık tahta kapısından bakıp Hazreti Ali'nin resmini gördüğümüzde içimiz iyice rahatlardı... Bunları bize kim öğretmişti?
Tek odalı evlerin duvarlarındaki parlak yeşillere, koyu mavilere hayran kalırdık. Hiç birimizin evindeki duvarlar böylesine olağanüstü renklere boyanmamıştı. Bıyıklı, güzel yüzlü adamın ve çift ağızlı kılıcının koruması altında, alçak sedirlere, teldeki kuşlar gibi sıralanırdık...Teldeki kuşlardan da gevezeydik...
Ben de sosyalistim diyen
Yazın, rengimiz güneşin altında dolaşmaktan kapkara olurdu. Yol için, su için, elektrik için, kanalizasyon ve çöplerin toplanması için, evlerinden ve insanlarından başka pek az şeyi olan bu mahalle için kapı kapı dolaşmaktan helak olurduk. Onlar, bizden çok istiyorlardı elbette bütün bunları... Yine de heyecandan yerimizde duramayışımıza bakıp, uzun uzun, keyifli keyifli gülerlerdi. Gerçekten fotoğraflardaki kadar kırışmış suratlarıyla, keçe yelekler altına giydikleri mintanlarıyla, yemeninin ya da kasketin altında terleyen saçlarıyla gülerlerdi. Birbirimizin ne dediğini anlayıp, el ele vermemiz daha sonralara rastlar...Onlar mı bizim, biz mi onların peşine düşmüştük, bunun önemi kalmamıştı. O mahallenin öz oğulları, öz kızlarıydık artık.
Ah bir de kısacık ziyaretlerinde kibar kibar konuşan annelerimiz olmasaydı... Ben de sosyalistim diyen ( bakın, bu çocuklar da sosyalist, aferin) kitaplarınızı saklayan bürokrat amcamız iyi de, önce solcu sonra patron amca oğlu, bakan eşleriyle çay içmeye meraklı yenge olmasaydı, yengenin mink ceketi olmaz olsaydı.
Teyze, dudaklarını kıpkırmızı bir boru çiçeği gibi uzatıp, sizi almaya gelen arkadaşlarınızı, Turandot'un taliplerini öldüren kibriyle süzmemiş olsaydı. Piyano eşliğinde yaptığı boğaz egzersizlerini korkuyla seyreden hizmetçisi, sizi bir de mahalleden tanımamış olsaydı... Eşyalarıyla arkadaşlarınızı korkutan akrabalar; teyzenin otellerde yapılan yaş günü davetleri hiç olmasaydı... Bir işçi ailesinden gelmediğimiz için o kadar göz yaşı döker miydik? Mahalleye gururla, başımız dik girerdik... "Ey güzel mahallemiz, sana layığız" derdik...
Gecekondular her yerden çok vatanımızdı
Tuzluçayırlı olmayı bu kadar çok, bu kadar kuvvetle istemiş miydik?
Şimdi inanılması güç geliyor biliyorum. Ama, evet; hem de her şeyden fazla istemiştik. Bütün aslını inkar edenler gibi, bu yüzden, hiç aklımıza getirmediğimiz biçimde cezalandırılacaktık.
O mahalleleri her zaman sevgi ve özlemle andık. Vatan sevgisi bilinen ve konuşulan manada bize uzaktı, şimdi de uzak... Ama herhalde böyle bir şey olmalıydı... Gerek ve şartsa, biz kanımızı bu topraklar için dökmüştük...Gecekondular, her yerden çok vatanımızdı.
Gel gelgelim diye devam eder masallar.... En sürprizli masallara bile parmak ısırttı zaman. Ve neredeyse yirmi beş sene sonra, kendini kim bilir hangi sihirle hatırlatıyor Tuzluçayır...
Isıtmaya devam ediyor hala
Böyle mahalleleri anlatan ve okuyanların damaklarında, nostaljik bir lezzet bıraktıkları söylenen yazılarda, mutlaka bir yeniden ziyaret vardır... Güneşli bir günde, değilse kasvetli bir günde, eski bir dostu arar gibi o mahallelere gidilir... Öncekilerle sonrakilerin envanteri çıkartılır ve kayıp listesi, mahallenin yüzüne bir utanç belgesi gibi vurulur...
Tabii eskiden esintiler vardır, berber dükkanı yerinde durmaktadır ve hayret o küçük ağaç şimdi kocaman olmuştur... ama yerinde yeller esen onlarcasının yanında ne anlama gelir ki bütün bunlar...
Yine de yazar illaki kendi çocukluğuyla, kendi gençliğiyle bağlantı kurmak hevesindedir... Belki farkında bile olunmadan, ayrıntılar uydurulur;
Denir ki, caminin önündeki küçük mahalle kahvesine, havanın çok açık olmadığı günlerde bile vuran güneş, aynı biçimde ısıtmaya devam ediyor hala.
Denir ki, minibüsten inince çarşının tam ortasındaki, küçük bakkal dükkanında gripin satılıyor hala...
Bir kedinin uyumakta olduğu yıkık dökük evde
Denir ki, kızların çeyiz için öte beri aldığı ve dergileri yanımızda taşımamak için emanet ettiğimiz tuhafiyeci dükkanı, köfteci olmuş ama; yerinde duruyor hala...
Buna benzer şeyler söylenir, belki başkaları da... İnsanlar zamanla baş etmek için bunları söylemek zorundadır... İnsanlar, zamanla baş edilmeyeceğini bir türlü öğrenememiştir.
Eğer Tuzluçayır'a gitme hevesine kapılsam, ben de kim bilir neler uyduracaktım; şimdi bahçesinde toprağa yarı yarı gömülmüş bir sandalyenin durduğu ve bu sandalyenin solgun kadife döşemesinde, bir kedinin uyumakta olduğu yıkık dökük evde, meraklı kızlarla, sarı kağıtlara yazılmış yazılar okuduğumuzdan dem vuracaktım. Kar yağarken, fırının beyaz mermer tezgahının üstüne dizilmiş sıcacık ekmeklerin içine helva koyup, afiyetle yediğimizden bahsedecektim... Bununla da kalmayıp, helva- ekmek yiyenlerin okullarını bile bitiremeden öldüğünü söyleyecektim... Mahalle, onları hatırlıyor gibiydi diyecektim.
Oysa, ölenler unutulmuştur çoktan... Ama bunun için Tuzluçayır'ı kim suçlayabilir...Hani söylendiği gibi, "en günahsızımız atsın ilk taşı"...
Dikiş dikerken türküler söylemiyor
Kızların bizim açtığımız biçki -dikiş kurslarına gelip, dikiş dikerken türküler söylemiyor olmasından, mahallede okuma yazma kurslarımıza katılan kadınların sıkma baş yemenilerini bir kez daha sıkıp, toplantılarda kitap okumamalarından, ne oğlanların ne kızların "mahir- hüseyin- ulaş"ı hiç duymamış olmalarından, hiçbir kadının kucağında bebeğiyle gençlere siper olmak için öne atılmıyor olmasından dolayı kim suçlayabilir Tuzluçayır'ı....
Hayır böyle demeyelim. Doğrusu şu: Bütün bunlar için kim teselli edebilir Tuzluçayır'ı.?
Başlarına kötü şeyler gelen insanlara hiçbir şey olmamış gibi davrananlar vardır. Hatırlatırsak üzülürler diye... Böyle davranmaları hiçbir şeyi değiştirmez... Acı çeken acı çekmeye devam ediyordur çünkü... Ve hep hatırlamaktadır...Sürekli hatırlarsa bir gün unutacağını ummaktadır... Birisi ona her şey yolundaymış gibi davrandığında için için kızar, başına gelenin umursanmadığını düşünür, yalnızlık hisseder...Bunun için gelin dosdoğru davranalım...
Yalana ne gerek var?
Geçen zaman geri gelmez. İnsanlar kendilerini bildiklerinden beri, bu gerçeği ters yüz etmenin yollarını arayıp dursalar da bir türlü muvaffak olamamışlardır. Geri gelen, yaka paça sürüklenen yerlerinden edilen eski görüntüler hiçbir şey anlatmaz. Rahatları bozulan kediler gibi esneyip yüzünüze bakar ve eski yerlerine geri dönüp, uyumaya devam ederler.
Bunun için gelin dosdoğru davranalım... Artık hiçbir zaman aynı yaprak-aynı gübre- aynı kömür -aynı ekmek- aynı insan kokmayacak Tuzluçayır'ı, hiçbir şey değişmemiş de her şey eskisi gibi olabilirmiş gibi kandırmayalım. Defterimize "vardı ve yeniden olabilir" diye bir not düşelim. Sonra, telafi edilemeyecek zamanın hakkını verelim, ölenlerin çoktan unutulduğunu söyleyelim; yalana ne lüzum var... Yalan, güneşli gecekondulara yapılacak en büyük haksızlık. Eski mahallenin kocaman bir gülümseme gibi şehrin yüzüne yayılıp, parladığı günlere bir nebze olsun ulaşmanın imkansızlığını bilelim; uzaktan yine de sevelim. (AD/NM)