Yılın son ayının son günlerinde doğanlar, doğum günleri nedeniyle bitip giden ve gelen yaşın ve yılın karmaşık duygularını birlikte hissederler. Bu çakışma hem şans, hem şansızlıktır aslında. Şanstır; bireysel olanla, toplumsal olanı birlikte yaşayabilmek, hissedebilmek mümkün olur bu sayede. Şansızlıktır; gün gelir arkadaşın, dostun, eşin, sevgilinin, çocuğun cimriliği tutar, yeni yaş ve yıl tek hediye ile karşılanır...
Yekpare ve göreceli
Her ne kadar Tanpınar’dan öğrenmiş olsak da “yekpare, geniş bir ânın / parçalanmaz akışında” olduğumuzu, yine de idrak edebilmek için böler parçalarız o yekpare akışı. Hele ki zamanın göreceli olduğunu ve dahası o büyük patlamadan öncesinde de olmadığını tahayyül etmek zor ve hatta imkânsız gelir insana.
İkinci bin yılın yirmibirincisine gireceğimiz şu günlerde ne kadar uğraşsam da anlayamıyorum zamansızlığı. Öyle ya eğer bir patlamayla uzaysal mekânın bir parçası olarak var olduysa patlama öncesini nasıl tarifleyeceğiz? Var olmadığı için zamanı kullanmadan zamanın öncesini tariflemek mümkün mü?...
Öte yandan tarihte Newton’ın mutlak uzay zaman kavramını Einstein yıkmış olabilir. Ama emin olun ben yılların anlamı ya da anlamsızlığının göreli bir mesele olduğunu Nazım’dan öğrendim:
Mucize
Hiç kuşkusuz Bukowski haklıdır: En kısa anda saklıdır mucize. Öyle ya yuvarlak hesap 14 milyar yıl önce, 10-43 saniyeden daha kısa bir sürede her şey olup bitmiş ya da daha doğru bir ifadeyle başlamıştır. Ama diyalektiğin yasası gereği her şey karşıtını da içeriyorsa, aynı zamanda Bukowski haksızdır; zamanı uzatan, sündüren kara bir deliğin çevresinde saklıdır mucize...
Ne garip; araştırmalar, yıl geçip yaş aldıkça zamanın hızlandığına işaret ediyor. Pekiyi ama neden? Neden kum saatinin içerisindeki kumlar azaldıkça, onların hiçliğe savruluşunun hızlandığını algılıyorum? Neden kum saatim ağzına kadar doluyken onların savruluşunun çok yavaş olduğunu zannediyorum?
Bu çarpık algımızın temelinde yatan nedenin dopamin olduğunu iddia edenler var. Pekiyi ama yıl geçip de yaş aldıkça neden dopamin düzeylerimiz azalıyor ve bu azalışa paralel olarak zaman algımız hızlanıyor?
Belki de o yekpare anda bir değişim olmuyordur. Belki de sadece bilincimizin bir oyunudur bu algı. Öyle ya 2 yaşındayken yeni bir yaş almamız hayatımızın yarısına karşılık gelir. Yani bir sonraki doğum gününe ulaşmak için yaşadığımızın yarısı kadar beklemek gereklidir. Yeni bir doğum günü hediyesi, hayatımızın yarısı kadar uzakta ve ötededir. Ama düşünsenize 50’sinde öyle mi? Bir sonraki doğum günü, yaşanmış hayatın kısacık bir zaman diliminde yeniden gelmiş ve hızlanan akışı daha da hızlandırmıştır.
Kara deliklere seyahat
Hal böyleyse ve yeni bir yıl ve yaş aldıkça hız durmadan artacaksa, yani yaşadıkça ölüm yaklaşacaksa, hızı azaltıp yok oluşu önlemek ya da en azından ötelemek için kara deliklere sehayat etmek mi gereklidir?
Bilimsel olarak bu sorunun yanıtı evettir. Zamanı geciktirmenin, uzatmanın, esnetmenin, sündürmenin ve bu sayede yok oluşu geciktirmenin başka yolu yok bildiğimiz kadarıyla. Çünkü doğa, insana, ancak onu ölüme – yok oluşa mahkûm ederek yaşam sunmuştur. Diyalektiğin temel yasayı yürürlüktedir: Her şey karşıtıyla mümkündür. Yaşamanın tek koşulu, kendisini imha ederek yok oluşu var etmesidir. O nedenle bugün zenginlik içerisinde yaşadığını düşünen insan, yaşadığı her gün ve her anla aslında ölüme – yok oluşa yaklaşarak yaşamaktadır.
Ama emin olun ben yine de kara delik seyahat fikrine sıcak bakmıyorum. Gün gelip başarsak dahi bir kara deliğe seyahat etmeyi istemem. Çünkü o kara deliğe yaklaşırken uzayan zamanda, özünde anlamsız olan bu hayata anlam veren herkes yok olacaktır. Seyahatten dönüp geldiğimde ne bıraktığım ev, ne yerküre ne de bırakıp gittiğim insanlar olmayacaktır. Onlar “yekpare ânın / parçalanmaz akışına” ve geçiciliğine tabiyken benim kalmayı becermiş olmam bir anlam ifade eder mi.
Limansız bir deniz
Anlaşılan kırk satır ya da katırdan birisini seçmek zorundayız: Ya her yaş ve yılla birlikte yok oluşa doğru hızlanan bir hayat ya da tatsız tuzsuz anlamsız sündürülmüş bir zamanın var ettiği uzun bir yaşam...
Aslında belki de başka bir seçeneğimiz daha vardır. En kötü şerrin ehven-i şer olduğunu bilerek belki de başka bir yolu var edebiliriz. Çünkü bilimsel araştırma verileri, yaş aldıkça zamanın hızlanmasının konformizme bağlı olduğuna işaret ediyor.
Hal böyleyse biyolojik saatimizi aldatmamız belki de mümkün olabilir: Eğer her yeni yıl gelip de bize bir yaş kazandırdığında hâlâ bir çocuk gibi kalp atışımızı hızlı tutabilirsek; hâlâ bir çocuk gibi sık nefes alıp verebilirsek; hâlâ bir çocuk gibi çok fazla yeni bilgiyi işleyebilirsek; hâlâ bir çocuk gibi yeni deneyimlere kendimizi açık tutabilirsek; alışageldiğimiz, bizi koruyan ve kollayan güvenilir limanda kalmayı tercih etmek yerine açık denizlere açılmaktan imtina etmezsek zaman yavaşlayacaktır.
Tıpkı bir çocuğun hissettiği gibi... Tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi...
Kum saati
Evrenin ölçüsünde yok düzeyinde yaşadığı için 100 yılı sanki uzunmuş gibi “asır” diyerek adlandıran ve böylelikle anlamlandıran bu insan uygarlığında; birkaç gün önce yarım asırı geçmiş olmam bende “ikinci devre” hissiyatı doğuruyor ve bu hissiyat nedeniyle zaman algım daha da hızlanacaksa ne yapmak gerek?
Nasıl olur da kalbimin fazladan bir atım daha atmasını sağlayabilirim? Nasıl olur da ciğerlerimi derin soluklarla doldurup nefes alışımı hızlandırabilirim? Nasıl olur da konforlu limanlarımdan yeni deneyimlere kendimi açabilirim? Yeniden, yeniden ve yeniden insanla, yaşamla, tanıştıklarımla, dostlarımla, sevdiklerimle tanışabilir, yeniden ve yeniden tanışabilir, yeniden ve yeniden sevebilirim?
Bir kum saatidir ömrümüz. Ama elli yılın yaşanmışlığıyla fark ediyorum ki, bu kum saatinin ince belli boynu hiçliğe açılıyor. Bu nedenle savruluyor kum tanelerimiz her an, her gün ve her yıl sayesinde hiçliğe. Birikmiyor öte tarafta. Kum tanelerimiz bittiğinde bir el uzanıp saati çevirip öte taraftan akmaya devam etmesini sağlamayacak...
Zaten böylesi iyi. O nedenle varsın savrulsun anlarım hiçliğe. Varsın yok oluşun hazzını tattırsın bana ve bize. Yeter ki dünü unutmadan. Yeter ki anın hazzına teslim olmadan. Yeter ki elli yaşın konforuna, ev ve araba taksitlerine tutsak düşmeden.
Kulaklarımızda Didem Madak’ın dizeleri hep çınlasın: “Limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!”
(NÖ)