Adorno, düşlerimizde tanıdığımız o "sessiz gürültü"nün uyanık saatlerinde gazete başlıklarından kendisine saldırdığını yazmıştı, Nazizm'in yükseliş zamanlarında kaleme aldığı Minima Moralia'sında... Faşizmin, çocukluğunun kâbuslarını gerçeğe dönüştürdüğünü çocukluk anılarındaki hikâyelerle anlatan Adorno'nun çizdiği manzara tıpkı bugün yaşadıklarımıza benziyor. Kürtlerin ebedi kâbusu, gazete manşetlerinden, haber bültenlerinden, politikacıların ve devlet adamlarının demeçlerinden, en demokratından İslamcısına, ulusalcısından Kürt gerçeğine sırtını çevirmiş Kürt demokratlarına, köşelerden bize doğru bağırıyor, saldırıyor.
Linç güruhları memleketin muhtelif yerlerinde harekete geçerken, yeni cumhuriyetin meşrulaştırıcıları ideologları ve tercümanları da medyadaki köşelerinden milli bir koro gibi hücuma geçmiş durumda. Artık yeni bir cumhuriyet gerçeğiyle karşı karşıyayız ve bu yeni cumhuriyetin medya düzeni de aşağı yukarı şekillenmesini tamamlamış durumda.
Yeni cumhuriyetin yeni medya düzeninde Emre Uslu terör kâhini, Sedat Laçiner büyük strateji uzmanı, Rasim Ozan Kütahyalı önüne her geleni faşist olmakla suçlayan harbi gazeteci, Hilal Kaplan "Kandil Muhiplerini Tespit, Teşhir ve İhbar etme" uzmanı, Mümtaz'er Türköne Türk ve Kürt milliyetçiliğini terbiye etme görevlisi oluyor. Rol ve görev dağılımı bunlarla sınırlı değil elbet ama bu özel bir yazının konusu olacak kadar uzun ve karmaşık bir konu.
AKP öncesi dönemde düzenin bütün unsurları "birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bu zor zamanlarda" diye başlayan cümlelerle herkesi hizaya sokarken, bugünkü iktidarın sözcüleri ve savunucuları "her şey yolunda giderken, tam da işler çözülecekken kötü Kürtler çomak soktu" demeye getiren cümlelerle linçin siyasi iklimini olumluyorlar.
İktidarın periferisinde yazan bütün gazeteciler ve köşe erbabı bir ağızdan demokratik özerkliğin ne kadar kötü, zamansız ve lüzumsuz bir şey olduğunu anlatmak için yırtınırken, diğer taraftan da Kürt siyasetini ve kadrolarını itibarsızlaştırmak, bütün melanetlerin odağı onlarmış gibi göstermek, deyim yerindeyse onları şeytanlaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Her şey ne kadar da benziyor birbirine. Bu memlekette sürekli bir deja vu halinde yaşıyor insan. Sadece bazı konumlar ve isimler değişiyor. Eski Cumhuriyet düzeninde Kemalistlerin İslamcılar için söylediklerini şimdi Kemalistler ve İslamcılar hep birlikte Kürtler için söylüyorlar. Eskiden Kemalistlerin 28 Şubat'ta bütün hallerini gördüğümüz muktedir, her şeyin efendisi tadındaki dilini ve üslubunu bugün yeni düzenin medyası daha kaba ve sakil bir şekilde yeniden üreterek Kürtlere karşı kullanıyor.
Bir dönem manşetler "irtica geldi geliyor" cümleleriyle döşenirken, şimdi tüm gazeteler "Özerklik öcü, BDP kötü" kıvamında bağırıyor. Bu kulak tırmalayıcı koro telaş içinde devletin ittifak halinde yükselttiği savaşın sözcülüğünü yapıyor. Kürtler söz konusu olduğunda, cümle akımın ve fikriyatın nasıl da yüz kızartıcı bir aynılaşma içinde olduğu ayan beyan ortaya çıkmış durumda. Türkçe'deki o güzel deyimdeki gibi, ak koyun ve kara koyun artık belli olmuş durumda.
Söz gelimi eskiden Hürriyet ya da Milliyet gazetesinden iktidarın ve devletin gizli gündemini takip edebiliyorken, şimdi Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinden takip ediyoruz. Eskiden Ertuğrul Özkök ve Fatih Altaylı'nın köşeleri devlete ve cümle karanlığa ihbar niteliğinde yazılarla dolup taşarken onların yerini şimdi Ece Temelkuran ve Nuray Mert'i hedef gösteren ve iktidara işaret eden Hilal Kaplan almış gibi görünüyor.
Genelkurmay'ın Milliyet gazetesindeki Askerlik Şubesi Başkanı Fikret Bila'nın eskisi kadar kıymeti kalmamış, ama artık Cemaat'in gündemdeki konular hakkında ne düşündüğünü anlamak için Hüseyin Gülerce'yi okuyoruz. Başbakan'ın eski basın danışmanı, AKP ve Başbakan'a yönelik en küçük eleştiriye bile anında cevaplar döşeniyor; Başbakan'ın neler düşündüğünü müstear adla Yeni Şafak'ta yazan danışmanını okuyarak takip ediyoruz. Çünkü bunlar yeni cumhuriyetin muktedirlerinin mutfağından yazıyorlar.
Kutsal İttifak ve Kutsal Koro
Şiir penceresi mail grubundaki bir şair ile bir Taraf yazarını buluşturan nedir? En değme ulusalcıyla asla bir arada olmayacağına yemin edebileceğimiz bir İslamcıya aynı cümleleri kurdurtan ruh halini nasıl anlamamız lazım? Yoksul bir gecekondu sakini ile plazalardaki bir gazeteciyi buluşturan iklimi anlayabilmek için daha ne kadar linç yaşamamız gerek? Ya sevgili Mustafa Yalçıner'e "sen de mi?" dedirten Derya Sazak'a ne demeli? Cemaat'e karşı mücadele adına hazırlanan metinlerin aynısını Zaman gazetesi yazarları neredeyse aynı kelimelerle Kürt siyaseti için yazarken (bakınız Hüseyin Gülerce, 27 Temmuz 2011 tarihli Zaman gazetesi) neye göre yorumlayacağız bu durumu?
İsmet Berkan, Kürtlerin Kürt olarak yaşamak istemesine karşı bunca tahammülsüzlüğün altında yatan gerçeği bütün dürüstlüğüyle, logosunu altında "Türkiye Türklerindir" yazan gazetedeki köşesinde itiraf etmiş: "Lafı dolandırmaya gerek yok, yapılan açık bir ırkçılık. Beyaz Türk, mavi Türk, siyah Türk fark etmiyor, bizi birleştiren şey, içimizdeki o ırkçılık. Hepimizin (ben dahil) bir yerinden fırlayıveriyor ırkçılık. Aramızdaki fark, bazılarımız yaptığının veya daha iyisi yapmayı aklından geçirdiğinin ırkçılık olduğunun farkına varıyor, yapmıyor. Bazılarımız ise farkına varmıyor, hatta kendini haklı sanıyor, yapmaya da devam ediyor. Ben söylemeye devam ediyorum: Türkiye'de yaşayanların çok ciddi bir sorunu ırkçılık. İçimizdeki bu ırkçılıkla mücadele etmezsek, yarın çok geç olabilir."
Linç İklimi
Nitzsche Ahlakın Soykütüğü'nde şöyle yazar: "Kim insan denilen hayvan için bir bellek yaratır? Bu biraz körelmiş, biraz da abuk sabuk, bir anlık anlama yetisinde, bu etli kemikli unutkanlıkta, orada kalması için nasıl iz bırakır? Bellekte kalan şeyi yakmalı: Ancak acı veren kalır bellekte - işte budur, yeryüzündeki en eski (ne yazık ki, aynı zamanda en uzun süren) psikolojinin temel tezi... kansız, işkencesiz, kurbansız yapamaz."
Linç kültürü ve pratikleri açısından alabildiğine bereketli ve verimli topraklarda yaşıyoruz. Yakın geçmişe dair hafızasını taze tutanların acıyla hatırladıkları onca dehşete düşürücü kıyımı burada tekrar anımsatmayalım. Sözgelimi 6-7 Eylül olaylarına ya da Sivas'a, Maraş'a, Çorum'a kadar gitmeye gerek yok; sadece şu son birkaç yılda yaşananlar bile bu memleketin yüreği iman dolu, kalbi vatan sevgisiyle kavrulan vatanseverleri tarafından yürürlüğe konulan linç pratikleri açısından gayet net ve anlaşılabilir bir fotoğraf sunmaya yeter de artar bile.
Genelde aynı mekanizma işler: İşaret parmağı (yoksa tetik parmağı mı demeli) birilerini (ki genelde Kürtler, Ermeniler ve bilumum ötekiler oluyor bunlar) hedef gösterir. Sonra göğsü iman dolu vatansever kalabalıklar harekete geçer. Buna eşlik eden hatta çoğu zaman motive eden manşetler de operasyonu tamamlayan bir rol oynar.
Bilgi Üniversitesi'nin düzenlemek istediği Ermeni Konferansı'nı hatırlayalım, şimdilerde arabuluculuğuyla parlayan ve herkesin üzerinde mutabık olduğu taze Meclis Başkanımız Cemil Çiçek işaret fişeğini yakmıştı, "sırtımızdan hançerleniyoruz" diyerek. Bu son olaylarda da yine ilk çıkışı o yaptı.
Türkiye'de sokak faşizmi lümpen karakterlidir ve futbol holiganizmiyle kardeş/kandaştır. Lince çıkmış lümpen kalabalıklar devletin ve medyanın "büyük adamları"nın ne söylediğini anında algılar ve büyülenmişçesine harekete geçerler. Bu hassas vatandaşın sırtını okşayan güvenlik bürokrasisi ve medyadaki manşet uzmanları Türkiye'yi nasıl da karanlık bir geleceğe sürüklediklerini bilmiyorlar mı?
Tehlike hepimizin kapısını çalıyor.
(Şehmus Ay, şair ve yazar.)