"Türk Sinemasının 100. Yılı" kutlamaları devam ederken, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin payına, hepimize tatlı bir sansür nostaljisi yaşatmak düştüyse demek...
Şöyle ki, festival yönetimi kendisinin belirlediği ön jürinin kararlarını ve kendi yönetmeliğini çiğnemek pahasına, yarışmaya seçilen bir belgeseli veto ediyor. Seçtiği filmlerden birinin eksik olduğunu fark eden jüri “Ee, herhalde inek içmiştir” deyip oturmak yerine buna başkaldırıyor. Sözkonusu filmin, ceza yasasının bilmem kaçıncı maddesine istinaden programdan çıkarıldığını öğreniyorlar. Belgeselde nefret söylemi veya ırkçılık içeren bir şey vardı da biz mi görmedik, diye TCK’yı açıp bakıyorlar. Hayır madde onunla ilgili değil, meğer padişahımıza hakaret sayılabilecek unsurlar tesbit etmiş, laboratuvar inceleme ekibi.
Günlerce süren ikna çabaları sonuç vermeyip festivale geri adım attıramayınca, jüri üyeleri bu sansürün vebalini üstlenmeyeceğini kamuoyuna açıklayan ortak bir bildiri yayınlıyor. İşine saygı duyan her onurlu jürinin yapacağı işi yapıyor yani. (Dikkatiniz çekerim, bir veya iki üyenin polemiğe açık itirazı değil, jürinin ortak bir bildirisi sözkonusu.)
Bundan sonra olaylar, bol entrikalı bir Türk dizisi tadında gelişiyor. Psikolojik savaş tekniklerinin kullanıldığı bir Yalan Rüzgarı esintisi de düşünülmüş olabilir, 90’lar nostaljisi yaşatmak niyetine, bilemiyorum... Tepkiler önüne geçilemez noktaya gelince festival karargahından, kendi imajını temiz göstermek üzere ‘karşı’ cephedeki herkesi karalama, filmin kriminalize edilmesine benzer şekilde, arkasında duranları, ön jüriyi, hatta belgeselcileri itibarsızlaştırma, eleştirmenlere çamur atma, dezenformasyondan medet umma, kısaca dikkati başka yerlere çekmek için elden geleni ardına koymama kampanyası başlatılıyor bu sefer. Son dönemde iyice normalleşen, yabancısı olmadığımız berbat bir ‘kriz ve imaj yönetimi’ stratejisi, anlayacağınız...
Lakin işe yaramıyor, 72 sinema yazarı kabul edilemez diyerek bu sansürü kınıyor, festivalde yer alan 12 jüri üyesi sözkonusu karar geri alınmazsa görevlerinden çekileceğini ilan ediyor(*), belgesel yarışmasına seçilen diğer filmlerin yönetmenleri ‘meslektaşımız yoksa biz de yokuz’ diye toplu karar alıyor vs. Kısaca sansür demeye ağzı varamayanlar dışında, sinema camiasında sağduyu sahibi herkes tavrını net biçimde ortaya koyup festivalin bu vahim yanlıştan dönmesini bekliyor.
Sansüre sansür demek
Ama n’ayır... Çizilen imajı düzeltecek yegane şeyi yapmaya festivalin eli bir türlü varmıyor. Onun yerine, yönetim ve saz arkadaşları bunun ‘sansür’ olmadığı konusunda bizi ikna etmeye çalışıyor hâlâ. En azından filmin içeriğiyle -Gezi’yle- bağlantılı bir sansür olmadığına yemin billah ediyorlar. Eh o zaman sorun yok, dememizi umuyorlar herhalde. Asıl vahim olan şu ki, bu akla ziyan icraatı gerekçelendirme gayretiyle yapılan her açıklama, oto-sansürü ne kadar içselleştirdiklerini gösteriyor. En son hamlede topu taça atarak, yani bu filmi yapmakla en büyük günahı işlemiş olan yönetmene sorumluluk yükleyerek zaman ve puan kazanmaya çalışıyor. (Şu satırları yazarken henüz “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek...”in geri aldığına dair bir açıklama yoktu. Üzerinde yoğun bir baskı kurulan Reyan Tuvi’den başka bir versiyonu veya bazı sahneleri kesmesini talep ettiklerini biliyoruz sadece.)
Tıpkı interneti yasaklamanın ‘düzenleme’, yoksulların evini yıkıp mahalleleri talan etmenin ‘kentsel dönüşüm’ diye adlandırılması gibi, bu engellemenin sebeb-i hikmeti de ‘filmi korumak, insan haklarını rencide etmemek, etik ve hukuki kriterler, vs.’ imiş meğer, onu öğreniyoruz.
Nasıl olmuşsa, aynı filmin daha önce gösterildiği, alkışlandığı, ödül aldığı yarım düzine festivalin hiç biri bunu yapmayı akıl edememiş, seyircileri ve filmi (ateşle barut misali) birbirine karşı koruyamamış, kutsal görev Altın Portakal’a düşmüştü. Birbirini tutmayan argümanlarına rağmen, bu ağır vazifeyi üstlendiği için festival ekibine teşekkür edesi geliyor insanın, ama burada Can Yücel’i anmayı tercih edeceğim: Bizim memlekette ‘sansüre sansür denir, hakim bey’!
“Büyük Adam Küçük Aşk” vakası
Madem bir 100. yıl nostaljisi yaşıyoruz, gelin biraz Eski Türkiye’ye dönelim ve AKP’nin iktidara gelişinden kısa bir süre önce yaşanan başka bir sansür icraatını hatırlayalım. Handan İpekçi’nin “Büyük Adam Küçük Aşk” adlı filmi, 2001’de Antalya Film Festivali’nde En İyi Film dahil, aday olduğu tüm kategorilerde ödülleri topladıktan, yurtdışında da bir çok başarı kazandıktan sonra ertesi yıl İstanbul Film Festivali’nde yarışmak üzereyken tuhaf bir yasaklamaya maruz kalmıştı.
Film önce Milli Güvenlik Kurulu’nda gündeme gelmiş, sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün şikayeti üzerine Denetleme Kurulu’na sevkedilmiş ve nihayet ‘devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne...’ diye başlayan o meşhur gerekçeyle yasaklanmıştı. (Aynı dönemde “Vajina Monologları” adlı oyunun, başlığındaki ayıp kelime yüzünden bir kaymakam tarafından sansürlendiğini de hatırlatalım.)
Yasak hükmü nedeniyle o sene, yani 2002’de “Büyük Adam Küçük Aşk”ın İstanbul Film Festivali’ne katılması engellenmiş, ama ertesi yıl özel bir kararla aynı festival kapsamında gösterimi sağlanmıştı. Bir de üstüne Halk Ödülü’nü kazanmıştı film!
Şimdi görüyor musunuz, Türkiye’nin 12 yılda kat ettiği mesafeyi? Eskiden sanat eserlerini takip edip ilgili mercilere ispiyonlamak MGK, Emniyet Müdürlüğü, kaymakamlık gibi kurumların faaliyet alanına giriyordu. Devlet birimleri onca iş arasında bunlarla uğraşıyor, ona rağmen yasaklanan filmler işbirlikçi festivaller tarafından sahipleniliyor ve ‘bölünmez bütünlüğümüzü’ korumaya dönük çabalar boşa gidiyordu.
Yeni logolu Türkiye’de ise, ulusal festivaller artık kendi göbeğini kendi kesebilir hale geldi; ceza yasalarını falan evinde çalışıyor, kimseye muhtaç kalmadan filmleri kendi hukuk terazilerinde tartıyor ve gereğini yapıyorlar. Bürokrasiden azade ileri demokrat Yeni Türkiye’nin kültür-sanat vizyonunu yansıtan bundan âlâ bir resim olabilir mi?
Örnek icraattan çıkan dersler
Bütün bu tartışmalar durulduktan sonra, artık hedef tahtasına konmuş olan bu film hakkında herhangi bir merciden yasak kararı çıkarsa, ki uzak ihtimal değil, uzgörü sahibi Altın Portakal ekibinden şöyle bir serzeniş gelmesi muhtemeldir: “Evet işte, biz de onu diyorduk. Bu filmin yasaya aykırı olduğunu ilk biz farkettik, ama anlatamadık!”
Diğer festivallerin de bu örnek icraatın izinden gitmesini, avukat bürolarıyla çalışarak tipini beğenmedikleri filmleri bir avukat nezaretinde festival kapısının dışına davet etmesini bekliyoruz hayırlısıyla. Yeni marka Türkiye’nin Maslak’taki mütena ofislerden yönetilen festivallerine yakışan budur.
Festival yönetiminin baştan beri takındığı tavır, ancak kendi dışındaki herkesi hafife alma sendromuyla açıklanabilir gibi geliyor. En vahimi, bu işi bu kadar rahat yapabileceğine inanmış, kendini buna yetkili görmüş olması. Bu inançla ön jüriyi hafife aldılar, filmin yönetmenini, belgesel camiasını, gelebilecek tepkileri hafife aldılar ve sonuçta hafife alamayacakları nur topu gibi bir kriz yarattılar. Bütün bunlar olumlu bir derse dönüşür mü bilemeyiz, ama istihzayı kenara bırakıp gelecek festivallerin hayrına buradan bir ‘yapılmayacaklar listesi’ çıkarmak mümkün:
1. Belgeseli hafife almayın: Kısa filmler ve belgeseller bizim ulusal festivallerde zengin sofrasındaki çerez gibidir malum, kırmızı halısı falan yoktur. Dolayısıyla listeye müdahele edilebilir, ufak bir hır çıksa bile bir kaç günde unutulur. Yılın en önemli belgesellerinden birini dışarıda bırakarak, adı Ulusal Belgesel Yarışması olan bir şey yapılabilir mühim değil. Oto-sansür mevzusu bir yana, yarışmanın meşruiyetini baştan kaybedeceği düşünülmez. Bir an şunu hayal edin: Ulusal Yarışmadaki kurmaca filmlerden birini, herhangi bir gerekçeyle kafadan eleme cüretini gösterebilirler miydi? Diyelim Derviş Zaim'e, şu sahnesini çıkarırsan alırız denebilir miydi? (Ki Tuvi’ye bu bile yapılmadı, film en baştan kimseye sorulmadan elendi – düzeltiyorum; avukata soruldu, elendi. Yarışma seçkisi diye geri kalanlar açıklandı. Bazı sahneleri çıkarttırma girişimi, ancak jüri ayaklandıktan sonra gündeme geldi.)
Her şey bir yana, festival kendi bindiği dalı kesmekte sakınca görmedi. Bundan böyle TCK’ya göre karar vereceğini bildiği bir festivale filmini kim yollamak ister ki? Yani festivalin bu hatadan dönmesi yetmez, gelecek yıllara dönük güven verici bir taahhütte bulunması da gerekiyor. Bunu yapmak yerine, bu baş ağrısından tamamen kurtulmak üzere Antalya’da Ulusal Belgesel Yarışması hepten iptal edilirse hiç şaşırmayın!
2. Eser sahibini hafife almayın: Ortada bir kaç sene önce Antalya Altın Portakal’da En İyi İlk Belgesel ödülünü kazanmış taze bir yönetmen var. Aldığı ödülün de yardımıyla bir kaç yıl sonra ikinci filmini yapıyor ve festivale yolluyor, ön jüri de beğenerek alıyor. Bir festival için bundan daha gurur verici bir şey olabilir mi? O yönetmeni ‘kendi çocuğu’ gibi sahiplenmesi beklenmez mi? O çok özendiğiniz Cannes’ı Cannes yapan şeyler bunlar işte, halısının rengi değil!
3. Jürilerinizi hafife almayın: Ön jüriye ‘sen seçimini yap, ama son kararı ben veririm’ diyen bir festival var karşımızda, ki jürilere üstten bakan, sansür kadar tehlikeli bir anlayış. Bu muameleyi sineye çekecek, ağzına layık başka bir jüri bulabilir miydi bilemiyorum, ama en azından belgesel camiası içinde süs bitkisi muamelesi görmeyi kendine yedirecek, hele meslektaşının sansür edilmesini onaylayacak kimseyi tanımıyorum ben. Jüri sesini kısıp otursaydı, yarışma bir eksik filmle yapılır, dar bir meslektaş çevresi dışında kimsenin ruhu bile duymazdı. Festival yoluna devam eder, Reyan Tuvi evinde otururken, ‘Canım, ne var bunda bu kadar büyütecek’ diyen tayfa da festivalin kırmızı halısı üzerinde gülcükler dağıtıyor olurdu.
Bunca tepkiye rağmen geri adım atmayan festivalin hâlâ en baştan filmi geri alma niyetinde olduğuna fakat bunun sabote edildiğine inanmamızı isteyen, dedikodulara yaslanarak bu krizin faturasını ön jüriye yıkmaya çalışan sinemacıları insafa davet etmek dışında bir şey gelmiyor elden. Krizin çözümü için yapılan geniş katılımlı toplantıya, bir numaralı muhatap olan ön jürinin çağrılmamış olması, soranlara da, ‘çağırdık gelmediler’ diye aleni yalan söylenmesi, jüriye ne kadar saygı duyduklarını ve bu süreçte kime güvenmemiz gerektiğini yeterince göstermiyor mu?
4. Kamuoyu tepkisini hafife almayın: Tepkilerin bu boyuta ulaşacağına ihtimal verilmedi, bunca yoğun bir gündem içinde tepkilerin gelip geçeceğini, “hiç sansürcüye benzer halimiz var mı ayol?” pozu vererek bunun kolay atlatılabileceğini hesapladılar sanırım, ama işte tutmadı. Ne de olsa sansürü içselleştirmemiş, bunu normal karşılamayacak Eski Türkiye kalıntıları var hâlâ.
5. En önemlisi, seyircinizi hafife almayın: Festivalin karara dair tek argümanı ‘halka açık ve ücretsiz gösterim yapılacaktı, bunu göze alamazdık’ şeklindeydi. Biletli olsa ne yazar diyeceğim, ama Antalya’da belgeseller benim bildiğim her zaman halka açık ve ücretsiz gösterilir, yeni bir şey değil. Anladığımız, gösterim mekanı değişiyor sadece; gösterimler AKM’den AVM’ye alınıyor. Festival ekibi, halkın içinde kendini daha az güvenli hissediyorsa demek...
Geçen sene festivalin belgesel jürisindeydim ve filmleri aynı ‘halk’la birlikte izliyorduk. Filmlerin dile getirdiği ağır memleket sorunları (Dersim katliamından Ermeni kıyımına, 6-7 Eylül’den 90’lardaki kirli savaşa kadar bir dizi ‘tabu’ mesele) enine boyuna tatışıldı, büyük bir olgunluk içinde. ‘Festival teyzeleri’ dışarıdaki basın toplantısında havadan nem kaparken, bizim salonda Kürdistan lafı havada uçuşuyordu, ne memleket bölündü ne de en ufak bir hakaret, karşıdakini incitme, dalaşma yaşandı. Beni de şaşırtan bu tartışma olgunluğunu Gezi ruhuna bağlamıştım, şahsen. Festival yönetiminin, Antalyalılar kadar o ruhtan nasibini alamamış olması ne acı...
Uzun lafın kısası, olay tatlıyı bağlanır mı bilemeyiz, ama evlere şenlik bir keyfi sansür uygulamasıyla, 100. yılda nadide bir sansür keyfi yaşadık hep beraber. Sağolasın izocam!
Bu süreçte ‘kanka’larının değil ilkelerinin yanında saf tutanlara da selam olsun! Festivalde yarışan tüm belgesellerin (biri hariç) yönetmenlerinin ortak bir mektupla festivale ‘sansürlenen film yarışmaya alınmazsa festivalden çekiliriz’ dediğini öğrendiğimde, sosyal medyada paylaştığım duyguyla bitirmek isterim: Bu tatsız olayın ortaya çıkardığı en güzel şey, olağanüstü bir dayanışma havası oldu sanırım. (NS/HK)
(*) Tam yazıyı bitirken, belgesel jürisi başkanı Can Candan’ın tüm bu manipülasyonlara tepki olarak görevinden çekildiği haberi geldi. “Sansürün, sorumsuzluğun, manipülasyonun ve baskının olduğu yerde ben yokum” diyen Candan’ın yayınladığı bildiride dile getirdiği şu cümler önemli: “Festival yönetimi 3 Ekim 2014’te ulusal belgesel yarışmasına belgeselleri seçilen ve bu duruma tepki gösteren yönetmenlerle gerçekleştirdiği toplantıda sansürün sorumluluğunu üstlenmek ve yanlışını düzeltmek yerine, ön jürinin profesyonelce gerçekleştirdiği sorumluluğunu şüpheye düşürecek ifadeler kullanmış, durumun düzeltilme sorumluluğunu söz konusu filmin yönetmenine atarak, sansüre ek, bir de yönetmen üzerinde baskı oluşturmaya devam etmiştir.”