Cumhuriyet dönemi edebiyatı içinde ulus inşası, batılılaşma ekseninde önemli siyasi ve toplumsal çıkarımlar yapmaya elverişli olan en ilginç romanlardan biri Yakup Kadri'nin Ankara[1] romanıdır. Roman, Kurtuluş Savaşı dönemi; cumhuriyetin ilanından 1930'ların başına kadar geçen dönem ve cumhuriyetin ilanının 10 ve 20. yıldönümleri (1933-1943) arasındaki dönem olmak üzere 3 farklı devrin Ankara'sını, üç farklı bölümde anlatır. Birinci ve ikinci bölümde, Yakup Kadri'nin yorumu ile yaşanmış yıllar anlatılırken, kitabın üçüncü bölümü bir "ütopya"dır. İkinci bölümde, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki idealist düşüncelerin kaybolduğunu, “devrim ruhunun” yerini şekilciliğe bıraktığını savunan Yakup Kadri, üçüncü bölümde "yeni Türk nesli"ni idealize ederek, sonradan gerçekleşmediğini kabul ettiği bir dünya tahayyül eder. Bu kuruluş ideolojisine dikkatle baktığımızda, o günün "yeni Türk nesli" ideali ile bugün iktidarın savunduğu "inşa ideolojisi"ndeki "yeni Türkiye" söylemleri ve her iki hareketin yozlaştıkları iddiası ile en çok eleştirilen yönleri arasında benzerlikler görmek hiç zor değil.
Romanın ana karakterlerinden Selma, romanın üç farklı bölümünde üç farklı kişiyle evlenir. Bu kişilerin meslekleri, dönemin ruhunu yansıtmak açısından seçilmiştir. Selma'nın millî mücadele döneminde evlendiği ve beraberce Ankara'ya geldiği kişi bir bankada "muamelat şefi" olarak çalışan Nazif'tir. O dönemin saygı gören isimlerinden olan Nazif eğitimli biridir. Aslında romanın ilk bölümündeki dönemde, Nazif'te somutlaşan tip yavaş yavaş popülerliğini, “önde gelen” olma özelliğini yitirmekte, savaş koşulları nedeniyle askerler öne çıkmaktadır. Nazif'in kişisel olarak en büyük eksikliği ise Yunan kuvvetlerinin Ankara'ya en çok yaklaştığı dönemde Ankara'da kalıp mücadele etmektense, kaçmayı teklif etmesidir. Yani Nazif, yeterince "milli" ve "kahraman" değildir anlatıcının gözünde. Bu durum ise savaş sırasında hem cephede hem de Ankara'daki hastanede yaralılarla ilgilenen, böylelikle "millî mücadele ruhunu" içselleştirdiği anlatılan Selma'yı Nazif'ten uzaklaştırır.
Yazarın ütopyadan ibaret olan üçüncü bölüm ile "tamir etmeye" çalıştığı ikinci bölüm aslında Kemalizm'in ya da "Türk modernleşmesinin" neden uzun vadede başarısız olduğunun “içeriden” anlatımı, özeleştirisidir. İkinci bölümde Selma, Nazif'le evliyken tanıştığı, savaşın ardından kahramanlaşan Binbaşı Hakkı Bey ile evlenir. Artık dönemin saygın isimleri, eğitimleri ya da maddi güçleri ile öne çıkanlar değil; mücadelenin içinden gelen, "yeni hayatın" kurucusu olan askerlerdir. Fakat Hakkı'nın kahramanlığı çok uzun sürmez. Yozlaşmanın, hedeften sapmanın anlatıldığı ikinci bölümde, Hakkı da bundan payını alır. Savaş sırasında kurulan devrim hayalleri, yerini şekilciliğe bırakmış, yeni zenginler oluşmuştur. Artık emekli bir miralay olan Hakkı da bir şirkette yöneticilik yapmaktadır. Sermaye çevreleri ile kurulan ve çok da ahlakî olmadığı sezdirilen bu ilişkiler anlatıcı tarafından onaylanmaz. Birinci bölümde sevilen bir milletvekili olarak anlatılan Murat da, "arsa spekülasyonlarından ve onu takip eden taahhüt işinden sonra devrin en zengin iş adamları arasına" (112) girdiğinden olumsuzlanarak anlatılır.
İki farklı dünya
Savaş yıllarında bir köyden farksız olan Ankara, savaşın ardından gelişmiş ama bu sırada ortaya çıkan yeni üst sınıf, devrimleri yalnızca "Avrupalı gibi eğlenmek" olarak algılamaya başlamıştır. Bu zümreye mensup olmayan sıradan halk ise aynı yoksulluk ve eğitimsizlikle yaşamaya devam etmektedir. Yakup Kadri, bu "iki farklı dünya"yı 1928'de Ankara Palas'taki yılbaşı balosuyla karikatürize ederek anlatır. Balo gecesi Ankara Palas'ın önünde toplanan yoksul halk, büyük bir şaşkınlıkla içeri girenleri izler. İçeride ne olduğundan habersizdirler. İçlerinden biri "tango" yapıldığını söyler fakat bu sözcüğe o da Ankara Palas'ın önünde bulunan herkes kadar yabancıdır. “Tango” kimsenin zihninde bir resim oluşturmaz. Kalabalığın içinde sekiz saatlik yoldan gelip han bulamayan bir köylü de yorganı ile uyumaktadır. (116-9) İçeri giren zenginlerden biri ise arkadaşına "Demin otelin merdivenlerinden çıkarken tuhaf bir baş dönmesi hissettim. Bana öyle geldi ki, ayağımı bastığım her basamak, halkla benim aramdaki uçurumu bir parça derinleştiriyor" diyerek durumu Yakup Kadri'nin görüşünden özetler.
Devlet ve üst sınıfa mensup vatandaşlar su ve elektrik gibi imkânları kullanabilirken, halkın bunlardan yoksun olduğunun anlatıldığı bölüm de ilginçtir: "Bir gün; tahminen bir haftadan beri yüzünü yıkamamış bir adam, caddelerin ortasındaki çimenleri sulayan belediye amelesinin elinden çılgın bir jestle hortumu kapmış ve çıplak başına götürmüştü. Bir başka gün, gece yarısından sonra Maliye'nin havuzundan zorla su almaya gelen bütün bir aile görülmüştü." (143-4)
Bu durum, son bölümdeki ütopyanın da gerçekleşmediğini düşünürsek, seçmen kitlelerini dikkate aldığımızda Demokrat Parti'den AKP'ye uzanan silsilenin ortaya çıkış şartlarını da açıklar. Fakat buradan yola çıkan siyasi hareketin, bugün on yıllar sonra geldiği noktada Yakup Kadri'nin ikinci bölümde anlattığı hataların pek çoğunu tekrar etmiş olması, üçüncü bölümdeki "kalkınma" ve “inşa/kuruluş” zihniyeti ile benzerliği oldukça ilginçtir. Örneğin AKP kadrolarının, çok idealist bir çizgiden, bir "dava" bilinci ile geldikleri iktidarda bugün en çok karşılaştıkları eleştiri; tıpkı romanda savaş yıllarında çok idealist düşüncelere sahipken "zafer"in ardından "arsa spekülasyonları, komisyonculuk, yüksek arpalıklarla" (158) köşeyi dönmenin peşine düşen yeni zenginlerin maruz kaldığı eleştirilerle aynı değil midir?
“Soysuzlaşmış bir mimari”
Romanda Ankara'nın hızla geliştiği, binaların yerden fışkırırcasına yükseldiği anlatılır. Bunun ardından mimarinin eleştirildiği bölümde "Şehir içindeki apartmanların, resmî binaların ise kadim Hint Racalarının saraylarından hiç farkı yoktu. (...) Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibi idi" ifadeleri kullanılır. (134) Mimarinin bu "kötü taklitçiliği" defalarca eleştirilir ve "soysuz" ifadesi yinelenir. Bugün, AKP'nin içeriden de aldığı en yoğun eleştiri TOKİ'de somut kimliğini bulan bu mimaridir. Osmanlı-Selçuklu mimarisi diye yapılan fakat kötü birer taklit bile olamayan binaları, düşük bütçeli tarihî film dekorunu andıran Ankara’nın girişindeki kapıları, Yakup Kadri'nin ifadeleri ile tarif etsek hiç sırıtmazdı doğrusu.
Romandaki kilit kavramlardan biri "yüksek sosyete yaşamı" anlamına gelen "mondenlik". İkinci bölümdekiler kendilerini “monden” olarak tanımlıyor. Fakat gerçekte yaşanan şey yüksek sosyete yaşamı değil, tıpkı mimari gibi onun kötü bir taklidi. "Sosyete"nin yalnızca şekil özelliklerini taşıyan, kültür/altyapı bakımından oldukça zayıf kalan bu insanlar için mondenlik, balo ve partiler düzenleyerek buralarda dans etmekten ibaret. Kendini tanımlama biçimi ile yaşayışları arasındaki fark açısından günümüzün muhafazakârları da aynı çelişkiye sahip. Dillerde dolaşan "medeniyet" söylemleri pratikte "İslamî moda dergileri", "Müslümanların Maldivler’deki adası", "İslamî evlilik siteleri", "nargile kafe gençliği" olarak karşılık buluyor ve tüm "medeniyet" iddiasını yerle bir eden bir kalkınmacılık yüzünden estetikle yakından uzaktan ilgisi olmayan ve tarihî dokuları, şehirlerin siluetlerini hiçe sayan bir inşaat sektörü ile neyi muhafaza ettiği anlaşılamayan bir muhafazakârlık türüyor.
İkinci bölümde kadınlara bakış da sorunlu olarak yansıtılıyor. Romanda kadınlar, “devrim ruhu”ndan sapınca ortaya çıkan şekilciliğin en somut örnekleridir. Eğitimleri, modernlikleri, sadece bir süstür. Kadınlar eğlence dışında bir sosyal faaliyette bulunmadığı, çalışma hayatında da yer almadığı için Selma'nın Hakkı'ya çalışmak istediğini söylediği bölümde şu ifadelere yer verilir: "Bizi yalnız süsleyip dans ettirmek için mi açtınız? Yalnız buna yarıyan bir kadın hürriyetinin ne kıymeti var?" Hakkı'nın alaycı cevabı ise şöyledir: "Geriye alırsak kıymetini o vakit anlarsınız." (158) Kadınlara verilen hürriyet erkekler tarafından "bahşedilmiş" ve geri alınabilir bir şeydir. “Kadınların özgürlük mücadelesini” yalnızca üniversitelere başörtüsü ile girmeyi anlayan ve esasen kadınların çalışmasına çok da sıcak bakmayan, ona verdiği "annelik" sıfatı ile idare etmesini isteyen bugünkü iktidara da bir kadın tarafından pekâlâ "Bizi yalnız okutup sonra evde oturtmak için mi başörtüsü yasağını kaldırdınız? Yalnız buna yarayan bir kadın hürriyetinin ne kıymeti var?" sorusu yöneltilebilir. Zira kendileri için tek kariyerin annelik olduğu belirtilen muhafazakâr kadınlar, bu görüşle iktidarın “sessiz devrim” iddiasıyla yenilenen hayatın içinde başörtüleri ile görünerek “değişimin süsü” olmaktan ileri gidemez.
Romanın üçüncü bölümünde, ikinci bölümdeki başarısızlık nihayete erdirilerek, ideal bir Ankara ve Türkiye çizilir. Fakat yıllar sonra bu tahayyülün gerçek olmadığını gören Yakup Kadri de romanın otuz yıl sonraki baskısına bir not ekleyerek şöyle der: "Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk'ün[2] öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye'ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal ve kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara'nın içinde tepinip durmaktayız." (17) Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü ile başlayan üçüncü bölümde, Atatürk'ün onuncu yıl kutlamalarındaki hitabesinin yeni bir devrin başlangıcı olduğu belirtilir. Selma, ikinci bölümün sonunda yaşadıkları hayatın yanlışlıklarını fark ederek "devrimin özüne" dönmek için Hakkı'dan ayrılmış, kendisini eğitime adamıştır. Artık asker devri tamamen kapanmıştır. Yeni devrin önde gelen vatandaş tipi; entelektüeller, yazarlar, sanatçılardır. Selma da bir yazar olan ve roman boyunca “millî mücadele ruhu”ndan hiç sapmayan Neşet Sabit'le birliktedir artık.
Bu yeni devirde kültürel ve ekonomik olarak hızlı bir gelişme yaşanmış, halk da artık rahat bir nefes almıştır. Köylüler kooperatifler sayesinde güçlenmiştir. Fakat yine de romanın başından beri köylülere, alt sınıfa mensup halka yönelik bakıştaki tuhaflığın bir yönü ile devam ettiği sezilir. Birinci bölümde Ankara'nın yerlileri milli mücadele konusunda pek heyecanlı değildir. Ayrıca oldukça tutucu olmaları da eleştirilir, hatta savaştan sonra bir de bu durumla mücadele edileceği belirtilir. Fakat birinci bölümün sonunda, zaferin ardından Selma ve Nazif'in ev sahibi olan ve eğitimsiz, tutucu, karılarını sürekli döven kötü bir karakter olarak karikatürize edilen Ömer Efendi'nin ilk kez güldüğü söylenir. (100) Zaferle birlikte değişimin ilk işaretidir bu. İkinci bölümdeki yoksul halk ve üst sınıf çelişkisinden bahsetmiştim. Üçüncü bölümde köylülerin durumlarının iyileştiğinden bahsedilirken kullanılan bazı ifadeler Kemalizm'in "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle" idealine aykırıdır. Köylüler için şöyle denir:
"Bunların, her pazar gününün akşamında, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu şen kalabalıklar halinde şarkılar söyleyerek köylerine dönmelerini seyretmek başlı başına bir zevk ve saadetti. Artık bunlar arasında eskisi gibi kirli paçavralara sarılmış dilenci kıyafetinde, hasta, sakat, sıtmalı ve kavruk köylülere hiç rasgelinmiyordu. Bir defa İçtimaî Mükellefiyet teşkilatının genç hekimleri tarafından bunların yedikleri yemekler, yattıkları yerler üstünde daimi bir murakabe tesis edildiği gibi, ayrıca, haftada bir kere de muayeneye tabi tutuluyorlardı." (190) Buradaki tarif köylülerin adeta bir "fanus" içinde, kentten ayrı tutulduğu şeklinde yorumlanmaya açıktır. Köylüler, şehirdekiler tarafından bir "folklor ürünü"; başka bir dünyaya ait varlıklar gibi izlenir. Sanki şehrin dışında "steril" bir ortamda, sadece kooperatifler aracılığı ile kenttekilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yaşamaktadırlar. Köylüler ve kentliler hiç de “kaynamış bir kitle” gibi görünmemektedir.
Bu noktada, romandaki işçilerle bugünkü işçiler arasındaki çok temel bir ayrımı da ifade etmekte fayda var: İşçiler, Avrupa'daki gibi "bedbaht" değildir. Her biri devlet memuru olduğundan "başlarında patron belası yoktu[r]." Bu yüzden millî bir bilinç ile bir kahraman gibi çalışmaktadırlar. Kadınların büyük çoğunluğu da büro işleri, paket, ambalaj dairelerinde kullanılmaktadır artık. (186)
Burada bugünkü siyasi iktidarın tavrı ve yaşananlarla benzerlik kurmak mümkün değil. İdeolojik farklar bu hususlarda belirginleşir. Hatta romanda kadın-erkek eşitliğinde öyle ütopik bir noktaya gelinmiştir ki kadın ve erkek sporcular müsabakalarda birlikte yarışır.
"Millî" güç ve diğer "mihraklar"
Benzerliklere dönecek olursak; farklı ideolojik noktalarda olunmasına karşın o gün kuruluş, bugün siyasi iktidar tarafından sıkça tekrar edildiği gibi "inşa" süreçlerinde hâkim gücün yalnızca kendisini ve kendi fikirlerini meşru ve "millî" görmesi dolayısı ile uygulamaların kesiştiğini fark ediyoruz. Örneğin matbuat, romanda "millî gayelere ve milli göreneklere aykırı hareket etmemesi" gereken, böyle hareket edince cezalandırılan bir kurumdur. "Gayrimillî, soysuzlaşma ve gericilik" diye tarif edilen unsurları taşıyan matbuat "Yeni Türk cemiyeti"nin köşesinde barınamaz. (185) Bugün de "Yeni Türkiye"nin karşısında duranlar benzer sıfatlarla ötekileştirilmektedir. "Milli irade"yi temsil ettiğini belirten ve kendisi dışında kalan her şeyi "gayrimillî - millî iradeye aykırı" gören siyasi iktidarın medya ile ilişkisi günümüzde en çok tartışılan konuların başındadır.
Yine romanın üçüncü bölümünde "adi, bayağı, zevksiz" filmler yerine "millî davalara hizmet eden satirik ve epik filmler" yapılmaya başlandığı anlatılır. (185) "Millî" kavramına bakışları farklı olsa da bugün de tarif edilen yapımların siyasî bir proje neticesinde çoğaldığını, devlet kanalı TRT'de hızla Osmanlı dizileri yapılmaya başlandığını, sinema filmlerinde de benzer bir eğilim olduğunu, hatta yakın zamanda gerçekleşen bir örnekte; bu tür bir tarihi filmin iktidar yanlısı olan yapımcısının filmi eleştirenleri siyasi karşıt olarak görüp, ağır hakaretler ettiğini biliyoruz.
Elbette Kemalizm ve Yakup Kadri’nin Kemalizm üzerinden kurduğu ütopya ile AKP’nin dayandığı ideolojik altyapı arasında çok önemli farklar var. AKP dinî-muhafazakâr bir temele dayanırken romanda sık sık akılcılık ve bilim vurgusu yapılıyor, dinî dogmalar, kader anlayışı eleştiriliyor. Bu bakımdan iki farklı uçta duran bu iki siyasi kanat; kuruluş ve inşa kavramları ile hareket ettiklerinde benzer kavramları kendilerince yorumlayarak, ortak bir noktada buluşabiliyor. Fakat burada AKP’nin, romandaki ikinci dönem ile kendi iddialarınca üçüncü dönem olan “inşa/ustalık” sürecini birlikte yaşadığı ve bir özeleştiri yerine topyekûn sahiplenme yoluna gittiğini söylemek gerek. 12 yılın ardından mimari, estetik gibi “zararsız” konularda bile içeriden çıkan eleştirel sesler Yakup Kadri’nin o dönemki eleştirileri kadar gür ve sert değil.
Bugün, zamanın da gereği olarak elektrik-su gibi ihtiyaçlardan yoksun geniş halk kitlelerinden bahsedemeyiz. Ancak bugünün lüksü de dünün lüks sayılanları ile karşılaştırılamaz bile. Dolayısıyla bugün devlet ve üst sınıf ile toplumun en alt katmanında bulunanlar arasındaki farkın; “elektrik ve sudan yoksun halk” ile o günün devleti ve üst sınıfı arasındaki farktan çok daha fazla olduğunu, makasın açıldığını söyleyebiliriz. (Orta sınıfın büyüdüğünü gözden kaçırmamak gerekir elbette) Yakup Kadri, gelecekte bir ütopya tahayyül etmiş ve yıllar sonra bunun gerçekleşmediğini kabul etmişti. AKP ise ütopyasını yaşadığı dönem içinde hayal ediyor. Belki onlar da yıllar sonra geriye dönüp baktıklarında tıpkı Yakup Kadri gibi özeleştiriyi zorunlu kılan bir “ikinci dönem” ve bir sanrıdan ibaret olduğunu anlayacakları ütopyalarını görebileceklerdir. (GE/AS)
[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, haz., Atilla Özkırımlı (İstanbul: İletişim Yayınevi, 1998). Not: Kitaptan yapılan alıntılar ve göndermeler parantez içinde sayfa numarası ile gösterilecektir.
[2]1934’te yazılan romanda Atatürk 1943’te gerçekleştirilen cumhuriyetin yirminci yılı kutlamalarına katılır, bu durum sonraki baskılarda da değiştirilmemiştir.
* Görkem Evci, Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Bölümü.