- Çocuk öldü. Verdiğin şey sahte çıktı. Niye?
- Hatırlıyor musun çocukken seninle kındık oynardık. Hep ben seni yenerdim. Sen, bir gün bile neden hep ben yeniliyorum diye sormadın. Ben, hep aldattım.”
- Çocuğun öleceğini biliyordun. Niye yaptın?
- Çocuğun ölümünün ne önemi var?[1]
Dilsizleşiyoruz…
Dilimiz, toplumsallığımızın cansuyu. Dilimiz, anlam evrenimiz. Dilimiz, evimiz. Dilimizle insanız. Konuşarak, karşımıza birini alıp konuştuğumuz ölçüde yaşıyor, yaşadıkça da besliyoruz hayatı. Konuşamamak, astım krizine neden oluyor. Çoktandır nefes alamıyoruz. Boğazımız düğüm düğüm…
Kendimizi ifade ederek var olabildiğimiz toplumsal-siyasal yaşamda soluğumuz kesildi, dilimiz koparıldı… Geride bir cesaret nişanesi olarak “susmak” kaldı. Susmak, bir cezalandırma biçimi. En başta bir hediye olan hayatı yaşamayı reddederek. Tıpkı 1996 yapımı Yavuz Tuğrul’un eşkıya filmindeki Keje gibi.
Toplumun büyük kesimi Keje gibi, anlam veremese de her şeyin farkında, politik tavrını, hayattan vazgeçerek gösteriyor. Büyük bir kısmının Baran (eşkıya) gibi hakikatle olan bağı koparılmış. 35 yıl boyunca içeride yatmasına en yakın arkadaşı muhbirlik yaparak neden olmuş. Olmakla kalmamış sevdiceğini de satın alıp kendine ‘eş’ yapmış.
Hakikatle yüzleşmekten sıklıkla kaçınırız. Yalan da olsa güvenli bir yerde yaşamak isteriz. Hakikatle karşılaşınca, her şeyin göreli ölçüde yerli yerine oturduğu, diğer deyişle rutinleştiği hayatımızda başımıza ansızın inen balyoz gibi sarsılırız. Çoğumuzun bilinç kaybı bu beklenmedik sarsılmanın sonucudur. Yüzleşmekse süreç. Hazmı o nedenle güç. Travmatikliği büyüklüğünden, belki de hazmının imkansızlığından.
Hakikatle ilişkimiz
Türkiye, her gün bir başka kabusa uyandığımız, içinde yaşarken yurtsuzlaştığımız bir ‘ülke’ye dönüştü… İktidar, yerleşik kimliği daha da berkiterek çizdiği çerçevenin dışında kalanları yurttaşı olarak görmüyor. O nedenle imkânı olanlar göçmen, olmayanlar da “içeride” mültecileşiyor. Mültecilik, uluslararası hukukta bir statü.
Oysa içeridekileri koruyan herhangi bir hukuk, uzun zamandır yok. Nefes alamıyoruz. Astımız. Habitatımız yurt olmaktan çıkıyor. Hukuk, keyfileştikçe yurtsuzluk hissi ağırlaşıyor; yerini evsizliğe bırakıyor. Bu yüzden “içeri”dekiler için “düzensiz göçmen” de “zihinsel göçmen” de diyebiliriz. Çünkü hakikatle bağı koparılan, anlam mekânından göçe zorlanan, yaşamı, İktidarca gasp edilenleri kaçınılmaz biçimde bekleyen özel türden bir göç.
Hakikatle olan bağımız her geçen gün zedeleniyor. Metal yorgunluğu nedeniyle dayanımını tamamen kaybetmedi ama ardı ardına aldığı darbelerle radikal anlamda zayıfladı.
Niteliği değişti. Metal korozyona uğradı. Artık aynı varlık olduğundan söz etmek güçleşti. Gözlerinde ‘ideolojik perde’ olanlar, Hakikatle bağı koparılanlar, yüzleşmekten kaçınanlar. İktidarın iskeletini etlendiren ama estetize edemeyen bu kitle, anlık faydalar dolayımıyla İktidarla “suç ortaklığı” içinde. İktidarla tarihsel bir ittifak içinde.
Sırt sırta veren bu iki Yapı, söylem ve eylemleriyle “diğerleri”ni sürekli tehdit ediyor. Tehdit altındaki kitle, içinde yaşadığı hanenin kubbesinin her an yıkılacağı endişesi, düzensiz / zihinsel göçmenlerin bilinçlerini keçeleştirmekte. Süreğenleşip norma dönüşen bu ortam, bilince kendi rengini vermekte. Ruhuna zerk edilen bu harici renk, bir tür kanser hücresi olarak bütün canlı varlığı tehdit ediyor. Tehdidin yarattığı endişe hiç de yersiz değil çünkü sürekli derinleşiyor. Araftalık bilincimize dönüşüyor. Olmakta olanın ne olduğunu anlamlandırmaya mecalimiz kalmıyor.
Edebiyen susamayız
Anlamak, bizim için iki açıdan temel bir ihtiyaç: ilki, biyolojik bir varlık olarak canlılığımızı sürdürmemizin yolu, çevremizle etkileşim içindeyken kendimizi koruma içgüsüne sahip olmamız; ikincisi, kültürel bir varlık olarak olup bitenleri etik-politik bağlamda anlama arzumuz; özellikle “arzu” diyorum çünkü yaşam, bizim için arzuya içkin. İkisinin kesiştiği noktaysa güven.
Güvende hissetmemek, yaşamımızı sürdürmek için çeşitli yollar geliştirmeye sevk ediyor her birimizi. O nedenle uzun zamandır “susmak” cesaret… Ama ebediyen susamayız. Zehirleneceğimiz bir ortamda nefesimizi tutmak bizi nasıl yaşatırsa susmak da böylesi iklimlerde kısa süreliğine de olsa yaşatır bizi.
**************
CB kararnamesine değin nasıl bir iklim ya da rejim altında yaşadığımızın adını tam olarak koymakta güçlük çekiyordum. Ama artık çözünür hale geldi. O akışkan varlık form kazandı: Otokratik Teokrasi.
Nasıl mı?
28 Ocak 2022’de resmi gazetede yayımlanan bir sayfalık Cumhurbaşkanlığı Basın ve Yayın Genelgesi’ni inceleyelim. Metin kelime kelime, cümle cümle felsefi, hukuki anlamda incelenebilir. Lakin bir gazete yazılamasının sınırları içinde kalarak sözümüzü kuracağız. Bu nedenle çarpıcı denebilecek birkaç noktası eleştirel düşünme pratiğiyle ele almaya çalışılacağız.
Genelge, ilk paragrafta dijital çağın tehlikelerine -ki tehlikeleri belirginleştirmeksizin- değinip hemen ikinci paragrafında Anayasa’nın Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları başlıklı 41. Maddesi ile Gençlerin Korunmasını ele alan 58. Maddesine atıfta bulunulmuş. Yani genelgenin “ne” hakkında konuştuğu, neyi sorunsallaştırdığı belirgin değil.
41. ve 58. Maddelere atıfta bulunulan paragrafın son cümlesi şöyle: “Milli kültürümüzü yabancılaşma ve yozlaşmaya, karşı muhafaza etmek, geleceğimizin teminatı olan çocuk ve gençlerimizin sosyal medya ortamları da dahil bazı mecralardaki tüm yazılı, sözlü ve görsel basın ve yayımların (Koyulaştırmalar bana ait MVB) zararlı içeriklerine maruz kalmaları sonucu bedensel ve zihinsel gelişimlerinin olumsuz etkilenmesini önlemek adına gereken adımların kararlılıkla atılması gerekmektedir.”
Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet’in temel niteliklerini korumak bir yana referans niteliğindeki kurucu metinlere yani Anayasa’ya, tarafı olduğu uluslararası sözleşmelere aykırı hareket etmektedir.
Genelge, dert edindiği “sorun”a dair alınacak önlemleri dört paragrafta sıralamış. Her biri öznesi olmayan ama yüklemi olan cümleler. Yani “eleştirel düşünme” açısından çözümlendiğinde bilgisel değeri yok. Cümlenin “özne”si belirgin değil. Ne doğruluğundan ne de yanlışlığından söz edilebilir.
Sınanabilir değil. Sorun da bu! Ne hakkında yazıldığının net olmaması. İlgili paragraflardan üçüncüsü ise şöyle: “Medya aracılığıyla mili ve manevi değerlerimizi yıpratmaya, aile ve toplum yapımızı temelinden sarsmaya yönelik açık veya örtülü faaliyetlere karşı Anayasa, kanun ve ilgili diğer mevzuatla düzenlenen müeyyidelerin gereği (Koyulaştırmalar bana ait MVB) yerine getirilecek.”
Yukarıda koyulaştırdığım “açık veya örtülü faaliyetlere” kısmı ile her türlü mana içeren söz, afiş, döviz, şarkı, araştırma, makale, artistik ürün vb. müeyyide uygulanabilir. Hiçbirimiz, hangi sözün ‘suç’ olarak değerlendirileceğinin öngörülemeyeceği bir rejim içindeyiz.
Genelge, Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla sona eriyor: “Bu itibarla milli ve manevi değerlerimize uymayan yazılı, sözlü ve görsel basın ve yayım faaliyetleri aracılığıyla aile kurumumuzu, çocukları ve gençliği hedef alan tehdit ve tehlikelerin yayılımının önlenmesi hususunda tüm kurum ve kuruluşlar (Koyulaştırmalar bana ait. MVB) tarafından gerekli hassasiyetin gösterilmesi, yöneticiler tarafından sürecin titizlikle takibinin ve gereğinin yapılmasını önemle rica ederim.”
Cumhurbaşkanı, öznesi olmayan eylemlere dair müeyyidelerin uygulanması konusunda “tüm kurum ve kuruluşlar”ı gereğini yapmaya çağırıyor. Yani kurum ve kuruluşları, şekli ve esas açısından en yalın ifade ile sorunlu olan bu hukuksuz genelgeyi uygulamaya davet ediyor.
Cumhurbaşkanlığı genelgesi, hukukun güncel Türkiye yönetimince nasıl telakki edildiğiyle ilgili ne ilk ne de tek örnek. Rejimin “ne” olduğuna dair birkaç örnekten sevimsiz bir kolaj hazırladım; buyurun:
- Avrupa Konseyi'nin yürütme organı olan Bakanlar Komitesi, 2 Şubat 2022 tarihli toplantısında Osman Kavala dosyasıyla ilgili Türkiye’ye karşı ihlal prosedürünü resmen başlatma kararı aldı. Kararı, “Özellikle Türkiye’nin başta ilk derece mahkemeleri olmak üzere açık ve net söylüyorum, bizim mahkemelerimizi tanımayanları biz de tanımayız.” sözleriyle karşılayan Erdoğan’ın tepkisini AİHM'de Türkiye'yi 11 yıl kesintisiz temsil eden, bir dönem AİHM Başkan Yardımcılığı da yapan yargıç Prof. Dr. Işıl Karakaş bir yaptığı değerlendirmede “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir yargı organı. Dolayısıyla AİHM'in kararları bağlayıcıdır… Yani “Bağlayıcı değildir” denilmesini ben bir hukukçu olarak hakikaten anlayamıyorum.” diye yorumluyor. Hukuken bağlayıcıdır. Buna başka diyecek bir şey yoktur. Yargı kararını tanıyıp tanımaması gibi bir şey söz konusu değildir.
- Diyanet’in “mesleki ve teknik eğitim” başlığı altında aldığı bütçesi 66 milyon 163 bin lira; bu tutar, 50 milyon alan ODTÜ’den 60 milyon alan, Boğaziçi Üniversitesi’den ve 124 üniversiteninkinden daha fazla.
- Diyanet, bütçesi ile yalnızca üniversiteler ile değil pek çok bakanlıkla da yarışıyor. İktidarın “ideolojik bir aygıtı” gibi işleyen, ayrılan bütçe büyüdükçe kılıcı bilenen Diyanet, İçişleri Bakanlığı dahil, bütçesiyle 7 bakanlığı geride bıraktı. Diyanet, bu bütçesiyle aralarında üniversiteler de olan 200’e yakın idari kuruluşun tamamından daha fazla bütçeye sahip.
- Sünni İslam’ın resmi temsilciliğini icra eden Diyanet, 4-6 yaş çocuklar için açtığı Kur’an kurslarını “okul öncesi eğitim”e aldırarak artık 4-6 yaş grubu için “Diyanet Anaokulu” açabilecek. Bununla Kur’an kursları, artık, anaokulu statüsü kazanmış oluyor. Böylece okul öncesi çocukların pedagojisine din eğitiminin de eklenmesini sağlamış durumda.
Şimdi bu kolajdan yola çıkarak Türkiye Cumhuriyeti’nin artık, de juro ve de facto ne hukuk laik ne demokratik ne de hukuk devleti olduğu iddia edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti, bir tür otokratik teokrasi ya da teoktarik otokrasidir.
Hakikatle bağını koparanları kahramanı belleyen toplumlar, mütecavizliği kutsamakla kalmazlar, kötücüllüğü maneviyatlarının direğine dönüştürürler. Evreninde yetişenlerse hayata düşmandırlar, en başta da kendilerine. Hayatı besleyen ne varsa düşmanlık etmeleri hakikatsizliklerindedir.
Hakikatle bağ kurmaya ihtiyacımız var. Bilgi, oksijenimiz. Hakikati söyleyenler, söylemekle kalmayıp cesaretleriyle hakikat olanlar cansuyumuz. Susmak değil daha yüksek sesle konuşmak zamanı! Konuşmak, dayanışmak. Konuşmak, örgütlenmek. Konuşmak, barış. Konuşmak, hayat…
(HVB/EMK)
[1] Yavuz Tuğrul’ın yönetmenliğinde 1996 yapımı Eşkıya filminde Baran’ın Berfo ile hesaplaşma sahnesindeki diyalogdan bir kesit.