IPS İletişim Vakfı'nın bu yıl altıncısını düzenlediği, 7-14 Temmuz günlerinde tarihleri arasında Bahçeşehir Üniversitesi'nde yapılan "Okuldan Haber Odasına" (OHO) programında Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Füsun Özbilgen günümüzün gazetecilik ve habercilik anlayışı üzerine yaptığı konuşmayı yayınlıyoruz.
Bugünün habercilik anlayışına gelmeden önce biraz geriye, medyanın benim mesleğe başladığım yıllardaki politik, yönetimsel ve teknolojik yapısına değinmek istiyorum.
Gazeteciliğe Ankara'da Altan Öymen'in kurduğu ANKA Ajansı'nda başladığım yıllarda, yani bundan 40 yıl önce (1973 sonları) medya dünyası bugüne göre çok dar bir alanı kapsıyordu. TRT radyoları ile siyah beyaz TRT televizyonunun yanı sıra. 5 - 6 tane ulusal gazete vardı. Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Tercüman, Günaydın gibi çok satan ve Demokrat gibi daha az satan sol gazete ve dergiler ve Yankı gibi etkili bir haber dergisi vardı
Cumhuriyet solcu gazete, Tercüman sağcı gazete, Milliyet sosyal demokrat, Hürriyet popüler ve haber öncelikli, Günaydın ise son çıkan ve magazine kayan bir gazete olarak tanınıyordu.
Hürriyet'in sahibi Simavi Ailesi, Cumhuriyet'in sahibi Nadir Nadi, Tercüman'ın sahibi ise Kemal Ilıcak idi. Milliyet'in sahibi Ercüment Karacan'dı, ancak yöneticisi o dönemin en etkili gazetecisi Abdi İpekçi idi.
Abdi İpekçi öldürüldüğü akşam ben Cumhuriyet'in Ankara bürosunda nöbetçiydim. Kızılay'da bir apartmanın birinci katındaki büroda gece nöbetini tek başımıza tutardık ve gazete bürosu olduğu için her gelene kapıyı açmak durumundaydık. Yani silahlı biri gelip kapıyı çalsa, açınca da vurup gitse bomboş binada kimsenin sabaha kadar haberi bile olmazdı. Ancak bu hiç aklıma da gelmezdi. Abdi beyin vurulmasından sonra, gece nöbetlerinde daha tedbirli davranıp "kim o" demeden kapıyı açmamaya başladığımı anımsıyorum.
Bu medya dünyasına haber servisi yapan Anadolu Ajansı, Türk Haberler Ajansı, ANKA Ajansı, Tüba Ajans gibi haber ajansları vardı. AA hariç diğer ajanslar özel kişiler tarafından kurulmuştu.
Hürriyet'in sahibi Simavi kardeşlerden Haldun Simavi, ağabeyi Erol Simavi ile anlaşamayınca Hürriyet'ten ayrılmış, magazin gazetesi Günaydın'ı çıkarmıştı. Bu 'boyalı' gazetenin içine siyah beyaz siyaset ve ekonomi haberleri veren bir ek koymaya başladı.
ANKA ajansı olarak işte, o magazin gazetesi içindeki ciddi haber ekine haber servisi yapıyorduk. Ek'in yaptığı habercilik çok etkili olunca Cumhuriyet gazetesi de ANKA'ya abone oldu.
ANKA kadrosu o yıllarda çok başarılı bir habercilik dönemi yaşıyordu. Altan Öymen, Örsan Öymen, Uğur Mumcu, Müşerref Hekimoğlu, Teoman Erel, Yalçın Küçük, Erdal Çetin, Uluç Gürkan, Adem Yavuz, Ben, Ahmet Tan, Gül Önet , Yazgülü Aldoğan güçlü bir ekip oluşturmuştuk.
Ankara haberciliği gazeteler için çok önemliydi o dönemde. CHP lideri sosyal demokrat Bülent Ecevit başbakandı. 1973 yılında yapılan seçimlerde çoğunluğu almıştı ancak iktidar olmaya oyları yetmediği için dinci parti Necmettin Erbakan ile koalisyon kurdu.
Bu hükümet döneminde Kıbrıs'a askeri çıkarma yapıldı. Sonra Ecevit, Erbakan'dan kurtulmak istedi ancak erken genel seçimlerde yeterli oyu alamayınca AP genel başkanı sağcı Süleyman Demirel başbakan oldu ve dinci MSP ve milliyetçi MHP ile üçlü koalisyon olarak Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerini kurarak başbakan oldu, Bülent Ecevit de muhalefet lideri.
Sağ ve sol hızla kamplaştı, daha doğrusu solun yükselişini gören derin devlet, sağ çetelere yol verdi.
Sokaklarda çatışmalar başladı, gençler öldü ve öldürüldü, 12 Eylül'e doğru yol alınıyordu.. Sokak çatışmalarında beş binden fazla insan öldü.
* * *
O dönemde internet yoktu, gazetelere servis yaptığımız özel haberlerimiz gazetenin son baskısına girince bugünkü gibi diğer gazeteler internetten görüp haberi yürütemezdi. İnternet veya cep telefonu ne kelime, Ankara'dan İstanbul'u veya diğer şehirleri veya milletlerarası bir telefon numarasını aramak için PTT santralı aranır, kayıt verilir, yarım saat 45 dakika beklenirdi.
"Acele, ödemeli, basın"
Anadolu şehirlerine Demirel veya Ecevit'in seçim otobüsü ile gittiğimiz zamanlarda bulunduğumuz kentlerden haber geçmek için hemen Postaneye koşardık. Ankara ile bu kentler arasında iki veya üç tane telefon hattı olurdu. Kim önce "Acele, ödemeli, basın" diye öncelikli kaydını yazdırmışsa onun telefonu bağlanırdı. Sonra PTT'deki telefon kulübesinden avaz avaz bağırarak, kan ter içinde haberi notlarımızdan dikte ederdik, karşı taraftaki muhabir arkadaşımız da daktilo ile haberi kayda geçerdi.
Sonra bu haber, Ankara haber müdürü tarafından okunur düzeltilir ve bu kez teleks vasıtası ile İstanbul'a yollanırdı. Delikli bir şerit üzerine bir tür daktilo ile yazılan bu haberler, İstanbul'da da kağıt şeritte delikler açar ve bu delikler teleks makinesinde harflere çevrilerek yazılı halde kağıt rulolara geçerdi. Rulo kağıt şeklinde gelen haberler cetvelle kesilip editörlerin önüne konulurdu.
Editör de kağıttaki haberi kesip biçerek ve kendi daktilosu ile ekleme çıkarma yaparak habere son şeklini, başlığını spotlarını verir, seloteyp ile bu kağıtları yapıştırır ve mürettiphaneye yollardı.
Mürettiphanede bu kez haber kurşun harflere dökülerek yeniden dizilirdi. Sonra düzeltmenler bu kurşun kalıplara dökülmüş haberin prova denilen kağıt üstüne çekilmiş baskılarını okur ve gerekli düzeltmeleri işaretlerlerdi.
Bu düzeltmeler kurşun satırlar yeniden dökülerek yapıldıktan sonra kurşun satırlara dizili haberler ve çinko klişelere kazınarak dökülen fotoğraflar, kocaman çelik teknelere yerleştirilir sayfa kalıpları alınır ve baskı işlemlerine geçilirdi.
Bütün bu işlemler uzun sürdüğü için örneğin ben İstanbul'da editörlük yaptığım yıllarda ( 1981- 1984 ) taşraya gidecek ilk baskıların haberleri saat 13.00 gibi kesilirdi. Yani öğleden sonraki gelişmeleri, spor karşılaşmalarının sonuçlarını taşradaki okurlar ertesi günü gazetelerinden okuyamazlardı.
Eski dönemdeki gazetecilik tarzı ve anlayışı
Bu dönemde yani 1980 öncesinde, gazetelerin yöneticileri ve kadroları gerçek anlamda bu işi severek yapan ve meslek olarak etik değerlerine önem veren meslekdaşlardan oluşuyordu.
Aramızdan çıkan menfaatçi tipler hemen anlaşılır ve uzaklaştırılırdı. Kimse kendi çıkarı için gazeteciliği alet etmezdi. Haber peşinde koşmak, birbirine haber atlatmak en büyük çabamız ve eğlencemizdi. Çok önemli bir habere imza atmak, manşetlere çıkmak, başka gazetecileri atlatıp özel haberi kendi gazetesinde duyurmak bizi mutlu etmeye yeterdi...
Büyük bir habere imza atınca yönetimden gelecek 3 - 5 kuruşluk prim veya sadece bir kutlama telefonu her şeye bedeldi. Haber kutsaldı, haberden çıkar sağlayanlar ise dışlanırdı. Herkes haberi kendi gazetesinin anlayışına göre kaleme alsa da habere ihanet edilmezdi. Yani haber olduğundan farklı sunulmazdı.
Haberin devamını izlemek (fikri takip) , karşı tarafın görüşünü almak (objektif habercilik) temel ilkelerdi. Haberi birilerini vurmak için değil, "Gazete 4. Güçtür" anlayışı ile devlet yöneticilerinin bize göre yanlışlarını sergileyip daha iyiye ulaşmalarını sağlamak anlayışı ile yapardık. Elbette kendi fikirlerimizi daha yakın hissettiğimiz siyasiler ve haber kaynaklarımız vardı. Ancak onlar hakkında da yanlış bir iş yaptıklarına ilişkin bilgi aldığımızda kayırma yapmaz olumsuz haberi yazmaktan çekinmezdik.
Haber her şeyden önce gelirdi. Demirel ve Ecevit en fazla uğraştığımız liderlerdi, ancak onlar da haberlerimize kızsalar bile öyle patronları aramak, medyayı açık açık suçlamak gibi girişimlerde bulunmazlardı. Ecevit'in yüzü kararır bir iki gün selam vermez elimizi sıkmazdı. Demirel ise hiç aldırmaz haberin üstüne gider ve konuyu kendi açısından ifade etmeye ve bize kendi doğrularını aşılamaya çalışırdı.
Medyanın kabuk değiştirmesi ve endüstrileşmesi
Bu gazetecilik ilişkileri Özal'lı yıllara kadar sürdü. 12 Eylül 1980 darbesi ve ardından gelen Özal'lı yıllarda medya kabuk değiştirdi. Önce 12 Eylül'ün darbesini ve bu darbenin liderleri Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi'ndeki generaller dönemini yaşadık. Bu dönemde sansür ve yayın yasakları, gazete kapatmalar ile boğuştuk. Kim olduğunu bile bilmediğimiz bir subay yazı işlerine telefon edip, şu şu haberlerin yasaklandığını sıkıyönetim adına tebliğ ediyordu. Yasaklanan haberler arasında ekmek zammı, intihar haberleri bile vardı. Bunları yazarsan gazeten kapatılıyordu. Bizim gazete birkaç kez kapatıldı ve bir keresinde 3 hafta kapalı kaldı. Neredeyse yeniden yayınlanmaktan umudu kesiyorduk.
Böyle zor ve sıkıntılı dönemlerde bile yanından dolanarak yine de haberleri topluma aktarmanın yollarını arar ve bir biçimde bulurduk. Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan arkadaşlarımızın haberlerini de geniş geniş verirdik. Bugünkü gibi Silivri hapishanesinde esir tutulan ve aleyhlerine her türlü yayın yapılan tutukluların savunmalarını görmezden gelmek gibi çirkin ve habercilikle bağdaşmayan bir yayıncılık sıkıyönetim dönemlerinde bile yapılmazdı.
Bu dönemden bir trajikomik anımı da anlatayım. 1980 sonrası Ankara'da parlamento kapatıldığı için ben parlamento muhabiri olarak yapacak haber bulamayınca İstanbul'a gazetenin mutfağına gelmiştim. Burada editör olarak çalışıyordum. Böylece generallerle habercilik karşılaşmaları yapmaktan da kurtulmuş ve gazetenin nasıl kotarıldığını öğrenmeye koyulmuştum. Bizim gazetede yazılar kurşun satırlar halinde makinede dizilirken haber başlıkları da katrat ölçülerine göre hesaplanır ve iri başlıklar tek tek harfler toplanarak başlık haline getirirdi. 80'li yıllarda teknolojik yenilik olarak yurt dışından bir başlık dizme makinesi getirildi. Böylece iri haber başlıkları da makinede kurşundan dökerek satır halinde dizilmeye başlandı. Ancak bu makine Türkçe karakterleri tanımadığı, ş,ç, ğ gibi harfleri olmadığı gibi küçük (ı) harfi de yoktu. Küçük (ı ) harfini (i) olarak döküyordu. Sonra mürettipler bu küçük i harfinin üstündeki nokta işaretini keski ile kırarak ( ı ) haline getiriyordu. Gazetede editör olarak gece nöbetine kaldığım zamanlarda, en büyük kabusum bu i ve ı harfleri idi. Çünkü malum sıkıyönetim dönemi ve birinci sayfada hemen her haberin başlığında sıkıyönetim kelimesi bulunuyor. Eğer gece tekneden tersten bakarak okurken son baskıda ( ı ) harfleri kırılmamış olarak gazete baskıya girerse, ertesi sabah sıkıyönetim yöneticilerinin önüne giden bizim gazetedeki başlıklar 'Sikiyönetim' olarak yer alacaklar ve bunu tabii ki mahsus yaptığımız düşünülerek gazetemiz kapatılacak... O günlerin benim için kabus olan bu teknoloji baskısı, bugün tuhaf bir şaka gibi geliyor. Bugünün benzer olaylarını da sizler geleceğin gazetecileri kim bilir nasıl yaşayacak ve aradan ancak 30 - 40 yıl geçince böyle gülerek anlatacaksınız.
Medya siyaset ticaret üçgeninde sıkışan gazeteciler ve yöneticiler
1980'deki askeri darbe sonrasında, Turgut Özal'ın işbaşına gelmesi ile Türkiye dış pazara sonuna kadar açıldı (Bugün Arap baharı olarak dayatılan konular bize 80'li yıllarda darbe baharı! olarak yaşatılmıştı kısacası). Bu garip baha(r) sonucunda medya da hızla kabuk değiştirdi.
Öncelikle gazeteler el değiştirmeye başladı. Önce Milliyet satıldı. Abdi İpekçi'nin öldürülmesinin ardından Karacan ailesi Milliyet'i Aydın Doğan'a sattı.
Gazeteci olmayan patronlar dönemi başladı. İngiltere'de holding kurmuş Kıbrıs'lı işadamı Asil Nadir bile Türkiye'de gazete çıkarmaya soyundu.
Hükümete ve Özal'a tam destek verecek gazetecileri sterlin milyarderi yapma vaadiyle basın piyasasına yüksek paralar pompaladı. Medyanın bazı yöneticileri de bu yeni patronlarla işbirliğine yöneldi. Gazetelerden bir yandan sendika silinirken, bir yandan da yöneticilere, yazarlara bol para dağıtma dönemleri geldi. Yeni patronlar işçileri sendikasızlaştırıp, kendi yönetimlerine eyvallah diyen yazar ve yayın yönetmenlerini paraya boğmaya başladılar.
Tek gazete sahipliğinden, birkaç gazete dergi giderek TV ve radyo sahibi yayın kuruluşlarına ve medya tekellerine geçiş yapıldı. Babıali'nin sınırları dışına taşınıldı. Medya holding plazaları inşa edildi. Özal'ın desteği ile 2,5 gazete kalması planlandı. Her şey planlandığı gibi olmadı ama İzmir'den Yeni Asır grubunun gelmesi ve o grubun Sabah gazetesini yayınlamaya başlaması ile medya içindeki yerleşik kurallar da yıkıldı. Kıyasıya rekabet sonucu medya /siyaset / ticaret üçgenleri kuruldu.
Bu kumpaslarda yer alan yayın yönetmenleri kendilerini büyük işadamı sayarak TÜSİAD üyesi oldular. Medya patronları giderek banka sahibi oldular. Petrol Ofisi'ni Aydın Doğan aldı. Tekelleşme, holdingleşme doruğa ulaştı. Gazetecilik bitti, patronların ticari çıkarları için gazeteler ve gazeteciler arasında kavgalar başladı.
Basının sendikasızlaştırılması
Medya çalışanlarının haklarının ellerinden alınması ve buna ses çıkar(a)mamaları da bu dönemin hazin bir gelişmesi oldu. Öncelikle Aydın Doğan sendikadan kurtulmak istedi. Milliyet'teki gazetecilerin hepsini sendikadan istifaya zorladı. İşlerini kaybetmemek için pek çok ünlü yazar çizer ve gazeteci sendikadan istifa dilekçelerini verdiler. Birlikte bir direniş sergileyemediler.
Bu yazar çizerlere ilk yıllarda, sendikanın alacağı zamdan daha yüksek paralar verildi. Sonraki yıllarda ise kepçe ile verilenler kaşık kaşık geri alındı ve baştan direnemeyenler sonra hiç direnemediler. Patron ne derse kime ne kadar verirse veya kimi işten atarsa dediği yapıldı. Gazeteciler arasında birlik ve dayanışma kalmadı. Böylece yazılarında işçi hakları için mangalda kül bırakmayanlar veya işçilere dayanışma ve birlikte hareket etme öneren yazarlar, kendi işyerleri söz konusu olunca en kötü davranış örneklerini sergilediler.
Giderek gazetelerindeki stajyerlerin ezilmesine, matbaa işçilerinin sömürülmesine, arkadaşlarının işten çıkarılmasına da seslerini çıkarmaz oldular. Kendileri işten çıkarılınca da kimse onların müdafaasını yapmadı.
Bir zamanların güçlü sendikası Türkiye Gazeteciler Sendikası, giderek medya işyerlerinden silindi. İşçi haklarının yılmaz savunucusu görünen Cumhuriyet bile taşeronlara iş vererek işçileri sendikadan sildi. Çünkü rekabet ortamında buna mecbur kalmıştı.
Rakipleri en düşük işçi ücreti ve en büyük sömürüyü uygularken, holding olamayan ve işçisini yeterince sömüremeyen gazetelerin bu rekabet ortamında yaşama şansı kalmamıştı. Kötü örnekler piyasada kendi kurallarını dikte ediyor ve başkalarını da aynı yolda yürümeye mecbur bırakıyorlardı. Örgütsüzlük ve sendikasızlık artık geriye dönüşü imkansız bir aşamaya geldi. Avrupa Birliğine üyeliği savunan bu holding gazete(ci)leri, AB kuralları işlemeye başladığı anda çalışanlarının sendikalı olması gerektiğini elbette biliyorlar ama bu konularda asla kalem oynatmıyorlar.
Pek de buza yazmıyoruz
2003-2004 yılı başında ulusal bir gazetede yazı yazma ve habercilik yapma anlamında aktif gazeteciliği bıraktım. İnternette bir site kurdum. Sanathaber.net bu sitede kültür ve sanat haberleri yapıyor ve bir grup gazetecinin katkıları ile tek başıma bu siteyi yürütüyordum. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi olarak gazetecilik ve habercilik ve internet yayıncılığı ile ilgili dersler vermeye başladım. Zaten daha önceki yıllarda bir dönem Eskişehir'e gidip gelerek Anadolu Üniversitesi'nde ders verip hocalık konusunda bir deneyim yaşamıştım.
Gazeteciliği özleyecek miydim? Bilemiyordum.
30 yılı geride bırakmıştım. Yıllarca yazdıklarımı karıştırdığım zaman, hemen her konuda yazdığım yazıların halen geçerli olduğunu görüyordum. Yani aynı şeyleri yeniden yeniden yazmaktan bıkmaya başlamıştım. "Sanki buza yazıyoruz, okuyanlarda izleyenlerde bir değişim yaratamıyoruz" gibi bir duyguya kapılıyor insan. O zaman da hayatını boşa harcadığı gibi bir karamsarlığa kapılıyor.
Ancak şimdi düşünüyorum da pek de buza yazmıyormuşuz. Çünkü ilk yazdığımız yıllarda hemen hiç iz bırakmamış görünen tezlerin, 20 - 30 yıl sonra toplumun çoğu tarafından benimsenen konular haline geldiğini de görüyorum. Yani bıkmadan usanmadan yıllarca aynı konularda yazarsanız, giderek toplumda hafif hafif kımıldanma, konuları benimseme, sorunları çözmek için çareler araştırma yönünde bir fikir oluşmaya başlıyor. Ancak bu çok ağır işleyen bir süreç.
Gençken "ben şimdi yazarım, okur hemen anlar ve toplumsal değişiklik çabucak gerçekleşir" zannediyordum. Bunun böyle olmadığını aradan geçen yıllarda anladım. Buza yazmıyoruz eriyip yok olmuyor ama galiba granit taşa yazıyoruz. Derin ve kalıcı bir çizgi oluşturabilmek için binlerce vuruş yapmak gerekiyor.
Toplumlar yavaş değişiyorlar, yıllarca yazdıklarınız o zaman öncü oluyor pek kimse peşinden gelmiyor ama yaza yaza sonunda insan bilincinde değişiklik başlıyor ve giderek bu fikirler toplumda yerleşiyor ve herkesin fikri haline geliyor.. Bu gelişmeler de 30-40 yıl alabiliyor.. Toplumların hızla fikir değiştirmesini isteyen iktidarlar ise bütün medya kuruluşlarını ele geçirerek hızla fikir ekmeye ve etkilemeye çalışıyorlar. Toplum mühendisliği çalışmalarını bugünlerde sık sık görüyoruz. Gözümüzün kara gördüğünü bile bize ak diye yutturmaya çalışan ve bunu sürekli çok sayıda medyada tekrarlayarak beynimizi yıkayanlar var. Epeyce da başarılı oluyorlar..
Kurallar boşuna yazılmamıştır
Yeni mezun habercilere bu deneyimlerimin ışığında ne önerebilirim. Öncelikle sabırlı ve dirençli olmalarını.
'Medya için konulan etik kuralların bir önemi kalmadı artık' diyenler ve bu kuralları uygulamayanlarla çevrenizde yoğun olarak karşılayacaksınız.. Hatta bu kişiler başarılı olup umulmadık yönetim kademelerinde bile yer alacaklardır.
Unutmayın, kurallar boşuna yazılmamıştır. Uzun deneyimlerin ve yaşanmışlıkların ürünüdür. Etik davranmayan gazetecilerin parası ve mevkisi olur ama itibarı sıfırdır. Bazı siyasiler bu kişileri baş tacı edip kullanabilirler ama sonra kullanım süreci bitince bir köşeye atarlar. Eğer bu mesleği uzun soluklu yapmak istiyorsanız, bunlardan olmayın. Her gün yazı ile çizi ile toplumun karşısında sınav veren kişilerin, etik dışı davranışlarını o toplum izler ve unutmaz. Kısa süreçte etik dışı davrananlar belki daha iyi yaşam koşullarına ve kariyer noktalarına kavuşabilirler ama uzun dönemli olmaz. Toplumlar unutmaz, toplum unutsa bile arşiv ve şimdi internet hiç unutmaz. Bugün bir Ertuğrul Özkök'ün yazıları arşivlerde duruyor. Hangi başbakanlara ne yağlar çekilmiş, karşılığında neler elde edilmiş bunları toplum bilmiyor mu? Evet ayrılırken demişti, "it was e good life". Güzel yaşadı ama sıfır itibar... Değer miydi bilemem. (FÖ/HK)