"IBM'in Kasım 1996'da toplam piyasa değeri [market capitalization] 70.7 milyar dolar, Microsoft'unki ise 85.5 milyar dolardı. Öte yandan, IBM'in sahip olduğu tesis, ekipman ve mülkün değeri 16.6 milyar dolarken, Microsoft'un sabit varlıklarının değeri sadece 930 milyon dolardı. Ama işte yatırımcılar, daha az sabit varlığı olmasına karşın (bir şirketin toplam hisse değerini ölçmenin geleneksel yöntemi), Microsoft hisselerine daha fazla para ödemeyi tercih ediyorlardı. Yatırımcıların Microsoft hissesi alırken paralarını yatırdıkları şey, açık bir biçimde, şirketin maddi olmayan [intangible] varlıkları, iyi niyetliliği, fikirleri, becerisi ve şirketi oluşturan insanların uzmanlığıdır." (1)
Rifkin hemen sonra gelirleri itibarıyla ("1997 gelirleri 178 milyar dolar") dünyanın bir numaralı şirketi olan General Motors'un piyasa değerinin düşüklüğünden ("yıllık gelirinin yarısından az") söz ediyor ve General Motors'un, "fabrika, makine, ekipman, depo ve diğer maddi varlıklara büyük fonlar bağlamış eski tarz şirketin klasik bir örneği" olduğunu belirtiyordu. "Borsa değeri General Motors'u New York Borsası'nda ilk 40 şirket arasına bile sokmuyor"du.
Rifkin ardından da yönetim danışmanı Adrian Slywotzky'nin şu sözlerinin altını çiziyordu: "Emlak, kimyasal ya da çelik gibi varlık temelli iş alanlarında büyük paralar kazanmak zorlaşacak."
Daha kitabının yayınlandığı günlerde ABD'de bilişim ve telekomünikasyon hisselerinin değer kaybetmesiyle başlayan ve hemen Avrupa borsalarına sıçrayan piyasa çöküşünü, hem de burnunun dibindeyken öngörememiş olması, Rifkin'in "erişim çağı"na bakışını sıradanlaştırmıyor. Sadece piyasalarla ilgili bölümlerin kitap açısından bir talihsizlik olduğu söylenebilir.
Öte yandan Rifkin, üretim güçlerindeki gelişme ile piyasa dinamiklerini fazlasıyla birbirine bağlamada -diğer analizlerindeki keskin gözlülüğe karşın- genel bir miyopluğu temsil etmektedir.
Birincisi, maddi olmayan varlıkların önemi en az 300 yıl önce başlamıştır ve bunun üretim güçlerinin gelişmesiyle (verimlilik artışına yol açacak fikri üretim, bunun maddi sonuçları) doğrudan ilişkisi yoktur. İkincisi, maddi varlıklarla maddi olmayanların değeri gene 300 yıldır birbirine karşı döngüsel olarak azalıp artmaktadır (yatırımcıların önce maddi olana, sonra olmayana, sonra gene olana yatırım yapması). Üçüncüsü, maddi varlık yatırımları açısından belirli bir sektör içindeki örnekleri karşılaştırarak sektörler üstü bir sonuca varmak sağlıklı bir analiz, hatta bir analiz bile olamayabilir. Bir de şu: Yatırım yapılan gayri maddi varlık daima "iyi niyet" değil, çoğu kez de kötü niyet (savaş) olmuştur.
300 yıl önce başlayan, maddi olana ve olmayana döngüsel yatırım süreciyle ilgili olarak gene Ranald Michie'nin Londra Borsası tarihine (Bkz. DDA Bölüm 32 ) dönüyoruz:
"18. yüzyıl boyunca gayri menkule yatırımlarla devlet borcu satın alma arasında ters bir ilişki gelişti. Devlet borçlanmasının , 1740'larda ve 1770'lerde olduğu gibi, savaşlar ve askeri harcamalar nedeniyle yüksek olduğu zamanlarda, yatırımcılar toprak almayı bırakıp bunun yerine ulusal borç alıyorlardı. Buna karşılık, barış zamanlarında, devlet borçlanmasının düşük seviyede olduğu zamanlarda, gayri menkulün kazandırdığı yatırımcıları cezbediyor, alımlar ve fiyatlar yükseliyordu. Bir savaşın ardından devlet tahvillerinin değerlenmesiyle elde edilen kazanç, tahvil sahiplerini tahvilleri satıp fonlarını gayri menkule yöneltmeye teşvik ediyordu. Giderek daha çok yatırımcı devlet borcu ile gayri menkulü birbirinin alternatifi olarak görmeye başladı." (2)
Devlet borcu ve savaşa yapılan yatırım gibi, açık deniz ticaretine ve kolonileşmeye yapılan yatırımlar da, bir uluslararası meta pazarının oluşumuna giden sürecin ilk dönemlerinde "maddi olmayan" varlıklara yapılan ve üretimde verimlilikle doğrudan ilişkili olmayan yatırımlar olarak görülebilir.
Devletin borcu da, katma değeri de piyasada
Rifkin'in IBM'le Microsoft'un durumlarını karşılaştırması ya da stok temelli General Motors'un durumuyla "tam zamanında üretim" devrimi takipçisi Daimler Chrysler'ın durumunu karşılaştırması da (3) sağlıklı bir analiz değildir.
İlk karşılaştırma açısından şu söylenebilir: Belirli bir sektörde belirli bir anda maddi varlıklara bağlanmış fonlar kârlılık açısından büyük bir dezavantaj oluşturabilir. Hatta bu belirli anda maddi varlık temelli iş yapma başlı başına bir açmaza dönüşmüş de olabilir. Ama belirli bir sektörün belirli bir anında geçerli olan, nasıl tüm sektörler için geçerli, hatta artık geleceğe uzanan ebedi doğru olarak kabul edilebilir? Rifkin, daha az önce önce yazdıklarını unutmuştur sanki:
" Pentagon İnternet'i 1960'ların sonlarında yarattı. Akademik araştırmacılara ve savunma kontratı yaptığı araştırmacılara pahalı bilgisayarlar temin etmekten kaynaklanan yüksek maliyetten tasarruf etmek amacıyla bilgisayarların farklı zaman ve mekânlardaki insanlar arasında paylaşılması yöntemlerini araştırmaya başladı.. Yanıt Savunma Bakanlığı'nın İleri Araştırma Projeleri Teşkilatı [Advanced Research Projects Agency] tarafından geliştirilen ARPANet'le geldi."
Bir bilgisayarın ilk kez online olduğu 1969 yılı ile 1988 arasında, birbirine bağlanan bilgisayar sayısı 60 bini bulacak, ARPANet'i başka ağlar (çeşitli üniversitelerden araştırmacılar için National Science Foundation tarafından geliştirilen NSFNet, ABD Enerji Bakanlığı tarafından oluşturulan ESNet, NASA tarafından oluşturulan NSINet, 1980'lerden itibaren IBM, GTE, AT&T gibi şirketler tarafından oluşturulan özel ağlar) izleyecekti.
Bilişim ve telekomünikasyon sektörlerinin gelişimi açısından 1960'larla 1990'lar arasında ne olmuştur? Olan kısaca şudur. Borçları "maddi olmayan varlıklar" olarak piyasalarda alınıp satılan devletin harcamalarında önemli bir kalem oluşturan bir dizi projeyle, ancak 30-35 yıl sonra Microsoft gibi şirketlerin "iyi niyeti"yle birleşerek borsaya rekor kırdıracak İnternet patlamasının temelleri atılmıştır. Bu arada, bilgisayarların henüz offline olduğu dönemler de dahil, "yazılımlar"ın üzerinde çalıştığı, ardından da online iletişimi olanaklı kılan maddi varlıklar ya da "donanımlar" (sunucular, kişisel bilgisayarlar, işlemciler, router'lar ve switch'ler, kablolar, vs.), IBM gibi şirketler tarafından üretilmeye devam etmiştir.
General Motors-Chrysler karşılaştırması ise Rifkin tarafından, tedarikçilere kaydırılan işlerin bu tedarikçiler tarafından hangi koşullarda kârlı yapılabildiğinin cevabı verilmeden geçilmektedir. Bu taşeronlar zararına mı Chrysler'a çalışmaktadır?
Aslında bu sorular Rifkin'in araştırmalarında büyük ölçüde cevaplanmaktadır. Ama 2001'de yayınlanan The Age of Access'te değil de, 1996'da yayınlanan The End of Work'te:
"1950'lerin ortalarından itibaren şirketler otomasyona dayalı imalat yapan tesislerini daha çok banliyölerde yeni oluşan endüstri parklarında kurmaya başladılar. Otomasyon ve banliyölere taşınma, becerisiz siyah işçiler açısından trajik boyutlarda krize yol açtı. Merkez şehirlerdeki eski çok katlı fabrikalar yerlerini, yeni otomasyon teknolojilerine daha uyumlu tek seviyeli fabrikalara bırakmaya başladı. Arazi bulma imkanlarının kısıtlılığı ve şehirlerde yükselen vergiler fazlasıyla caydırıcıydı; imalatı yeni beliren banliyölere doğru itiyordu. Yeni eyaletler arası karayolu sistemi ve kuzeydeki şehirlerin etrafına inşa edilen otoyollar, malların nakliyesinde kamyonları giderek artan ölçüde trenin önüne çıkardı; bu da fabrikaların banliyölere kurulmasını daha da teşvik etti. Son olarak, emek maliyetlerini düşürmek ve sendikaları zayıflatmak isteyen işverenler, [banliyölere] taşınmayı, fabrikaları ve militan sendika yoğunlaşmalarını birbirinden uzaklaştırmanın bir yolu olarak gördüler. Aynı sendika karşıtı duygular şirketleri, fabrikalarını Güney'e, Meksika'ya ve denizaşırı ülkelere taşımaya yöneltti."
Rifkin şöyle devam ediyor:
"Şirketlerin yeni otomasyon ve banliyöleştirme stratejisi otomotiv sektöründe kendini hemen gösterdi. Ford'un Detroit'teki River Rouge kompleksi ne zamandır şirketin geniş ölçekli operasyonlarının amiral gemisiydi. Rouge tesisi aynı zamanda, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası'nın [UAW] en talepkar ve militan şubesine (üyelerinin yüzde 30'u siyahtı) ev sahipliği yapıyordu. UAW'ın Local 600 şubesi o kadar güçlüydü ki, Ford'un tüm operasyonunu tek bir grevle felce uğratabilirdi. Rouge kompleksi genişleme açısından fazlasıyla boş alana sahip olduğu halde, Ford yönetimi üretimin önemli bir bölümünü banliyölerdeki yeni fabrikalara taşıma kararı aldı; büyük ölçüde sendikayı zayıflatmak ve imalat operasyonlarında denetimi tekrar ele geçirebilmek için. 1945'te Rouge tesisinde 85 bin işçi vardı. Sadece 15 yıl sonra istihdam 30 binin altına düşmüştü. Tarihçi Thomas J. Sugrue, 1940'ların sonlarından 1957'ye kadar, Ford'un otomasyon ve genişlemeye 2.5 milyon dolar harcadığını kaydediyor. Fordu'un girişimleri General Motors ve Chrysler tarafından izlendi. Üç Büyük otomobil şirketi, Detroit'i çevreleyen banliyölerde 25 adet yeni, otomasyon açısından daha ileri fabrika kurdu." (4)
Bu satırların yazılması ile "Hafif Ekonomi" bölümünün kaleme alınması arasında geçen yıllarda, bilişim ve telekomünikasyon uygulamaları İnternet kullanımının yaygınlaşmasıyla hızla zenginleşmiş, elektronik iletişim bir dizi alanda köklü değişimler yaratmaya başlamıştır. Bu sürecin, perakendeden eğlenceye, stok yönetiminden bankacılığa, pazarlamadan iş idaresine, ticari faaliyetler üzerinde de muazzam etkisi olmuştur. Ama bu beş yıllık kısacık sürede, Rifkin'in metinleri arasında bir karşılaştırma yapacak olursak, "hafif ekonomi"ye yol açan etkenler arasından bazıları da sanki hızla silinmiştir:
* Arazi bulma imkanlarının kısıtlılığı ve şehirlerde yükselen vergilerin caydırıcılığı
* "Banliyöleşmeyi teşvik eden" karayolu ve otoyol yapımı
* Sendikaları zayıflatma ve "imalat operasyonlarında denetimi tekrar ele geçirebilme" gayesi
* Fabrikaların sadece sendikasız ve düşük vergili banliyölere değil, Meksika'ya ve denizaşırı ülkelere taşınması
Bunlar artık üzerinde durulmaz olmuş ve geriye hemen hemen sadece, "maddi olmayan varlık" temelli iş alanlarının (fikir, beceri, uzmanlık ve iyi niyet özkaynaklı Microsoft kadar, "mülkünün büyük bir kısmını feda eden ve artık daha çok bir tasarım stüdyosu ve pazarlama kanalı haline gelmiş olan Chrysler" da) üstünlüğü, olgularla ilişkisi kesilmiş soyut bir "outsourcing", vs. kalmıştır.
Devletin bıçağı serbest piyasanın karnına
Adrian Slywotzky'nin "emlak, kimyasal ya da çelik gibi varlık temelli iş alanları"na gelince...
"Çelik"ten başlayalım: Mart 2002'de ABD'de Bush yönetiminin ithal çeliğe gümrük tarifelerini yükseltmesi ABD ile AB arasında bir "çelik savaşı"na yol açmış, Dünya Ticaret Örgütü bu savaşın arenası haline gelmiş ve örgütün AB lehine aldığı karar (ABD'nin tarife uygulaması serbest ticaret ilkesine aykırı) sonrasında Bush yönetimi tarifelerin indirilmesine (Mayıs 2003) karar vermiştir .
O mayıs günlerinde AB Ticaret Komisyonu Başkanı Pascal Lamy çok mutludur: "Bu yaptırımlar [DTÖ tarafından ABD aleyhine] kurallara uyulmasının sağlanması için bir araçtı. Kurallara uydular ve yaptırımlar son bulacak." Lamy gelişmelerin, DTÖ'nün "ABD gibi en büyük fillerin bile saygı duyduğu mekanizmalar" sağladığını gösterdiğini de sözlerine ekler.
Bush ise şöyle der: "Sektöre artan ithalata uyum sağlaması için bir şans tanımak için, öte yandan da iş ve geçim kaynağı olarak çeliğe bağımlı işçileri ve toplulukları rahatlatmak için bu yönde hareket ettim."
O günlerde Beyaz Saray tarafından yapılan bir açıklamada ise şöyle denir: "Tarifeler açıklandıktan sonra çelik fiyatlarında istikrar sağlandı, ithalat yıllardır görülen en düşük düzeyde, ihracat ise rekor düzeye çıktı."
Daha sonra, Amerikan Demir ve Çelik Enstitüsü'yle Uluslararası Demir ve Çelik Enstitüsü'nün raporlarında ise ABD'de çelik üretiminin Ekim 2002 - Ekim 2003 arasında yüzde 6.7 azaldığı, sektörde istihdamın düşmeye devam ettiği belirtilecekti.
Bitti sanılan çelik savaşının aslında bitmemiş olduğu ise çok geçmeden anlaşılacaktı. 14 Nisan 2005 tarihinde ABD'de ticaret komisyonu çelik tarifelerinin beş yıl daha korunması kararını açıklıyordu . Tarifelerin indirilmesinin Brezilya, Japonya ve Rusya'dan çelik ithalatını artıracağı ve sektöre zarar vereceği bildiriliyordu.
Kararın ardından senatör Jay Rockefeller, "Bu karar çelik sektörümüz için bir zaferdir" diyordu. "İşçilerimizin ve işçi ailelerinin, topluluklarının geçim kaynaklarını korumasını sağlayacak."
İlk bir buçuk yılı DTÖ görüşmeleri sırasında fiili durumla idare edilen, sonrasında da çok geçmeden gene yüksek tarifelere dönülen süreçte Amerikan çelik sektörü yıllar sonra ilk kez 2004'te kâra geçiyordu. Mart 2002'de 270 dolar olan çeliğin fiyatı Eylül 2004'te 740 dolar olmuştu. Borçları piyasalarda alınıp satılan devlet, hisse senetleri piyasalarda alınıp satılan çelik devlerinin arkasında sımsıkı durmuştu; "serbest piyasa" şampiyonu devlet bıçağını serbest piyasanın karnına saplamış, taviz vermemişti. Bu arada "varlık temelli" bir iş alanında "büyük paralar kazanma"nın hiç de zor olmadığı da görülmüştü.
"Eyvah, ya petrol fiyatları düşerse?"
Ve "kimyasal"...
Bugün değil Slywotzky gibi yönetim danışmanları, üniversite öğrencilerinin bile üzerinde rahatça fikir yürütebileceği bir konu bulunmaktadır: Petrol fiyatlarındaki artışın enerji sektörü devlerinin hisseleri üzerindeki etkisi.
Iowa Üniversitesi İşletme Bölümü öğrencileri tarafından dünyanın iki petrol devinden biri olan Exxon Mobil (borsadaki kısaltmasını kullanarak "XOM" diyeceğiz) için hazırlanan 7 Aralık 2004 tarihli analizde önce şöyle deniyor:
"Petrol fiyatlarının artmaya devam etmesi kazançlardaki büyümeyi destekliyor. Piyasa, petrol fiyatlarında düşüş olabileceği korkusuyla kazançlardaki bu büyümeye düşük değer biçiyor [undervalue]. XOM'un bu battal [outsized] kazançları borç ödemesi, temettü artırımı ve hisse geri alımında kullanması, petrol fiyatlarının düşmesinden kaynaklanabilecek büyük bir hisse değeri kaybını baskılayacaktır [offset]."
Sonra da şöyle bir tavsiye geliyor:
"Buna ek olarak, aşağı pazarlar [downstream] ve kimyasal pazarı kesiminin artan kazançlarında hedge [olası kayba karşı önlem alma, kazancı sigortalama] olanağı bulunabileceği kanısındayız. Bu kazanç artışı, petrolün ucuzlamasından dolayı yukarı pazar [upstream] kazançlarında meydana gelebilecek azalmayı kısmen baskılayacaktır." (5)
Öğrencilerin hedge için tavsiye ettiği kimyasal pazarında, danışman Slywotzky'nin daha birkaç yıl önce büyük paralar kazanmanın zorlaşacağını söylediği bu "varlık temelli" pazarda 2004 sonlarında ne oluyor?
Iowa Üniversitesi öğrencilerinin analizinde daha sonra, XOM'un kimyasal pazarı gelirlerinin 2003'te yüzde 23 arttığını öğreniyoruz. Analiz yayınlandığında (7 Aralık 2004) bir XOM hissesinin değeri 50.14 dolarmış; 52 haftalık fiyat aralığı ise 36.61-52.00 Şimdiki (28 Nisan 2005, 21:15) hisse fiyatına bakıyoruz : 56.55 dolar; fiyat aralığı 41.59-64.37.
"Para kazanmak zor" denilen emlakta fiyatlar coştu
Ya emlak?
18 Şubat 2005'te yayınlanan Stephen Roach (Morgan Stanley ekonomisti) imzalı incelemede Japonya'daki seri piyasa balonu patlamalarından sonra yaşananlar ile ABD'de yaşananlar karşılaştırılıyor, "Amerika'nın balon sonrası deneyiminin [Japonya'nınkinden] çok farklı olduğu" ("sadece bir durgunluk ile deflasyon korkusu") belirtiliyordu. Ama Roach hemen de ekliyordu: "Gene de, ABD'nin ürkütücü Japonya sendromunu atlattığını söylemek için henüz erken olabilir."
"2000'de ulaşılan zirve noktasını izleyen iki yıl boyunca ABD iş dünyasında makine, ekipman ve yazılım harcamaları yüzde 15 azaldı" diye devam ediyordu. "Japonya ve ABD'de balon sonrası yaşanan ilk silkelenmelerin benzerliği çarpıcıdır: Her iki durumda da durgunluk, hisse senedi balonu sürecinde oluşan kapasite fazlasının tasfiyesinde ifadesini bulmuştur.."
Ama piyasa balonu patlamasının tüketici üzerindeki etkileri açısından Japonya ile ABD arasında büyük bir farklılık vardı. Japonya'da ikinci balon sonrası yaşanan durgunluk sırasında, 1997-99 arasında, gerçek tüketici harcamalarındaki düşüş gerçek gayrısafi milli hasıladaki toplam düşüşün yüzde 72'sini temsil ediyordu. Üstelik Japon tüketici sonraki yıllarda da toparlanamamış, 1996'dan sonra tüketim artışı ortalama yüzde 1.2 civarında kalmıştı (bir önceki 10 yılda yıllık artış yüzde 3.3).
ABD'de ise istihdam ve ücret geliri yaratmadaki yetersizliğe karşın, 2000-2001'deki sığ durgunluğu izleyen 13 çeyrek boyunca yıllık ortalama tekrar yüzde 3.7'ye ulaşmıştı.
Roach şu sonuca varıyordu: "Tüketici ABD'deki balon sonrası esnekliğin temel dayanağı olmuştur."
Gayrimenkul konusu ise bundan sonra, tüketicinin hangi şartlarda Japonya'dakinden farklı olarak tüketmeye devam edebildiğinin analizinde gündeme geliyordu:
"Haneler gelir temelli kişisel tasarruflarını sıfır düzeyine çekmek durumunda kaldılar. Aynı zamanda da, giderek normalin üzerinde değerlenen [increasingly overvalued] emlak varlıklarından yeni bir satın alma gücü elde edebilmek için ipotek refinansmanı piyasasına yöneldiler..."
Ekonomist Michael D. Yates ise Nisan 2005 tarihli Monthly Review'da yayınlanan makalesinde şöyle yazıyor: "Son 10 yılda varlık fiyatlarında, önce hisse senedi fiyatlarında, şimdi ise emlak fiyatlarında müthiş bir enflasyon yaşandı. Hiç kuşku yok ki 1990'ların sonlarında nasıl bir borsa balonu yaşandıysa, şimdi de bir emlak balonuna tanık oluyoruz."
Gazeteci Mike Davis ise 19 Nisan 2005 tarihli makalesinde ABD'de giderek yükselen emlak fiyatlarından söz ediyor, son beş yılda ev fiyatlarının Los Angeles'da yüzde 118, San Diego'da yüzde 137 arttığını belirtiyor, "bunun sonucunda artık evler artık ATM makinelerine dönüşmüş durumda" diyordu. Wharton Business School kaynaklı bir araştırmaya göre, ipotek ve emlak refinansmanında 2000'den beri 1.6 trilyon dolarlık ek tüketim oluşmuştu.
17 Nisan 2005 tarihli Washington Post haberinde ise, emlakçılar ve müteahhitlerin tahminine göre Washington'da emlak fiyatlarının yılın başından bu yana yüzde 15 artmış olabileceği belirtiliyordu. Emlak fiyatlarını izleyen Office of Federal Housing Enterprise Oversight'ın verilerine göre de 2004'te emlak fiyatlarındaki artış yüzde 22'yi, son beş yılda ise yüzde 89'u bulmuştu.
Ama emlak piyasasındaki yükseliş ABD'yle sınırlı değil. Nisan ortalarında Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı Derneği (GYODER) Yönetimi Kurulu Başkanı Haluk Sur, yatırım ortamını incelemek üzere mayıs ayında Türkiye'ye gelecek gayrimenkul yatırım şirketlerinin toplam aktif büyüklüğünün 1 trilyon doları bulduğunu belirtiyordu. Sur'un şu sözleri basına yansıyordu :
"Dünyanın en büyük metropollerinden İstanbul'da yapılacak olan 5. Gayrimenkul Zirvesi, Türkiye'nin kendini ifade etmesi için iyi bir fırsat. Aralarında Akmerkez'in halka arzında yüzde 47'lik hissesini satın alan Corio, Lehmann Brothers, NAREIT, Barclays Capital, Deutsche Bank ve Soros Fonu gibi devlerin bulunduğu birçok yatırımcı Türk emlak sektöründe yatırım olanaklarını araştıracak... İstatistiklere göre İstanbul'da 2.5 milyon yapı mevcut. Bu yapı ve konutların yüzde 60'ının gecekondu, kaçak ya da sağlıksız yapılar olduğu göz önüne alınırsa, yaklaşık 200 milyon metrekarelik bir alanda yeni yapılanma söz konusu..."
Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk ise 21 Nisan 2005'te düzenlenen bir toplantıda yabancıların Türkiye'de gayrimenkule büyük ilgi göstermeye başladıklarını söylüyor ve "İstanbul'un ULI tarafından yabancı sermaye gayrimenkul yatırımı için bir numaralı kent seçilmesi de bunu gösteriyor" diyordu .
Çelik, kimyasal ve emlak... Slywotzky bu üçüne, "büyük paralar kazanmanın zorlaşacağı varlık temelli iş alanları"na iyi ki bir de savaş endüstrisini dahil etmemiş.
Son olarak, "maddi varlıklar" ve "maddi olmayan" varlıklarla ilgili olarak şu söylenebilir. Rifkin'in maddi varlıklar karşısında değerinin hızla arttığını söylediği fikir, beceri ve uzmanlık gibi şeylerin son ürünü, örneğin bir yazılım da aslında, "artık özneden bağımsız olma", "nesnel varlık" olma anlamında "maddi" bir varlıktır. Hatta çeviri yapmayıp orijinal kelimeye sadık kalırsak, yazılım neredeyse "elle tutulur" ("tangible"), en azından "algılanabilir"dir. Bu yazılımın kodları mutlaka bir kağıda, ya da bir diskete veya CD'ye "kazılı"dır. CD'yi her okutuşumuzda tıpatıp aynı yazılımla karşılaşırız, her seferinde farklı yazılımlarla değil.
Maddi olmayan varlık, sadece üretme sürecinin kendisidir. Sadece süreçtir, son ürün değil. Süreç ise stoku yapılabilir bir şey değildir. Fikir üretiminin belirli bir son ürünün yaratılmasına koşullandırılması, fikir emeğinin kendisinin de bir son ürün (tanımlanmış ürüne yol açacak üretim aracı) ve bu son ürünün stoku olarak kullanılması ise sermayenin maddi varlıklara (fabrika, makine, ekipman, vs.) bağlanmasından bile daha vahim bir verimsizliktir. (6) (ŞA/TK)
(1) The Age of Access, Jeremy Rifkin (Tarcher/Putnam, 2001)
(2) The London Stock Exchange, A History, Ranald Michie (Oxford University Press)
(3) Rifkin, General Motors'un durumuna karşı Chrysler'ın durumu hakkında şöyle yazıyor: "Öte yandan, işlerini tedarikçilere kaydırarak [outsource] mülkünün büyük bir kısmını feda eden ve artık daha çok bir tasarım stüdyosu ve pazarlama kanalı haline gelmiş olan Chrysler, kağıt üzerinde çok zengin görülmeyebilir, ama pazarda iyi kâr ediyor."
(4) The End of Work, Jeremy Rifkin, s. 74-75 (Tarcher/Putnam, 1996)
(5) Petrolün arama ve çıkarma işlemleri "yukarı pazarlar" (upstream markets) olarak kabul edilirken, rafinaj, dağıtım ve pazarlamadan oluşan kısım "aşağı pazarlar" (downstream markets) olarak adlandırılıyor.
(6) Birey açısından "fonları maddi varlığa bağlama","fonların ataleti" olarak da tanımlanabilecek bu verimsizlik, sermaye açısından ise her zaman verimsizlik anlamına gelmeyebilir. Örneğin Amazon.com için "tek tıkla alışveriş" ("one-click") kod satırlarını yazan uygulama geliştiricinin aslında bu iş için gerekli entelektüel fonun çok üstünde bir kapasiteyi temsil ettiğini, ama bütün fonun uzunca bir süre bu ürünün yaratılmasına bağlandığını söyleyebiliriz. Ürünü 28 Eylül 1999'da ABD Patent Bürosu'ndan 5,960,911 numaralı patentle mülkü altına alan Amazon.com sermayesi ise en azından bir süre bunu Barnes&Noble gibi rakiplerine karşı bir rekabet avantajı (alışveriş için siteye gelenlere kolaylık) olarak kullanabilmiştir.