2010 12 Eylül anayasa değişikliği referandumuna “eksik ancak gerekli bir demokratikleşme hamlesi olduğu” gerekçesiyle “Yetmez Ama Evet” (YAE) diyenler bugün hala çok ağır bir biçimde eleştiriliyorlar, hem de dümdüz “evet” diyenlerden de çok...
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) cumhurbaşkanı, meclis ve hükümetin yanı sıra yargıyı da hakimiyeti altına sokarak tek parti hakimiyetini pekiştirmeyi hedeflediği açık olan Anayasa değişikliği önerilerine kendi tabanının ötesinde destek toplayabilmek için 12 Eylül darbesinin sorumlularının yargılanmasını önleyen Geçici 15. Madde'nin kaldırılmasını da değişiklik paketine ekleyince kimi sol ve liberal çevrelerin övgüsünü kazanmıştı.
“Yetmez ama evet” kampanyası yürütenler referandumu bir de, solda bir kopuş ve yeniden diziliş amacıyla “hayır” çağrısı yapanları “Ergenekon” ile özdeşleştirerek tecrit etmek için bir kaldıraca dönüştürünce taktiğe ilişkin olması gereken bir tartışma rayından çıktı.
AKP iktidarının şahikasına eriştirdiği otoriter, anti-demokratik, keyfi yönetim anlayışının izlerini o gün sürenler, bugün faş edilen kirli hükümet-medya ilişkileri, yolsuzlukların can bulduğu inşaat alemi ve utuklu yargılama cehennemi öncüllerinden o gün dem vuran kimi sol/sosyalist çevreler ve tabii Kürt siyasi hareketi şüphesiz demokratikleşmeye karşı oldukları için değil, hükümet lehine düzenlemelerin hükmettiği derin bir rötuşu onaylamanın da, eski Anayasanın olduğu gibi kalmasını savunmanın da yanlış olduğunu öne sürerek Anayasa oylamasını boykot ettiler.
2010 referandumunda boykotçular “hayır”cılar tarafından tıpkı, bugün Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve destekçilerine yapıldığı gibi, AKP’nin değirmenine su taşımakla, sekterlikle itham edildiler.
Çünkü ekseriyetle ulusalcı, militarist çevrelerin ağırlık merkezini oluşturduğu “hayır”cılar kurtuluşu, özgürlüğü inşa etmek yerine benimsedikleri dayatmacı majoriter pratiğin göbeğinde “o tarihi” kurtuluş anını beklemeyi seçtiler.
Beklediler, hükümet kaybetmek riskiyle karşı karşıya kaldığı iktidarını korumak için onların hapisteki temsilcileri ve benzerleriyle anlaşma yapmak zorunda kalıncaya kadar beklediler.
İktidar krizinin rejim krizine çaldığı şu yerel seçim öncesi ikliminde HDP (yani sosyalistler, Kürt siyasi hareketi, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, lgbti, kadınlar, çevreci örgütler) duvarları 2010 referandumundan bu yana örülen ana akım siyaset zindanından bir çıkış imkanı anlamına geliyor.
HDP siyasetini beğenip beğenmemek bir yana, BDP-HDP’nin özgürlükçü, çoğulcu ve sınıf perspektifini haiz, merkeziyetçiliği reddeden, özerk yönetim programıyla uyumlu siyasetini yok saymak imkansız görünüyor.
Şu an AKP’yi kendi basın komiserliği dışında destekleyen bir medya öbeğinden söz edilemez, liberaller ve önemli ölçüde muhafazakar çevre itirazlarını dile getirmekten geri durmuyorlar. Zindanlarda insan alacak yer kalmadı (2013 yazı, hapishane isyanlarıyla geçti), Kürdistan’ın ölü çocukları bir yana, Gezi isyanında sekiz genç öldürüldü.
Son 10 yıldır ülkeyi birlikte yöneten bu atipik Cemaat-AKP-iş dünyası koalisyonu çevresine alev topları saçarak eriyor, çözülüyor.
AKP’nin doğal ve sabit tabanı dışında kalan tüm toplumsal katmanlar AKP iktidarından kurtulma umudunu yerel seçim sonuçlarına bağlamış görünüyor.
Özellikle Ankara ve İstanbul’dan çıkacak sonuçlara, yaklaşan genel seçimlerin sonucunu belirlemesi açısından büyük önem atfediliyor.
Sosyalistlere, demokratlara, radikal demokratlara Türkiye’nin yeni orta sınıfının “kurtuluşunu” ima eden yeni ittifak olarak görülen Cemaat-CHP-iş dünyası işbirliğine tamah etmek öneriliyor. O da sosyal medyada şöyle dile geliyor: “Tatava yapma, Sarıgül’e bas geç”.
Bu tartışma ekseninde sosyalistlerin yeni “günahı” Sarıgül’ü desteklememek. Üstelik seçime bunca iddiayla, neredeyse kesin zafer öngörüsüyle giren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve destekçileri “en fazla yüzde 5” diye küçümsediği HDP oylarından bir türlü gözünü ayıramıyor. Ne yazık ki, bize bugünden daha iyi bir gelecek vaat etmeyen CHP’ye sığınan sosyalistler, YAE’cilere çok benzer bir karakteristik taşıyorlar.
Çünkü cemaatin ses kayıtlarıyla kendine açılan siyasi alana gönül indiren, Anayasa’nın ırkçı ve ayrımcı ilk dört maddesini değişmez kabul eden CHP’nin demokratikleşme vaadi karşısında solun ve Kürtlerin konumu AKP'nin Anayasa değişikliği paketi karşısında olduğundan hiç farklı değil.
2014 yerel seçimlerinde CHP'nin ardından yürünmesini salık verenler sola ve Kürtlere tıpkı YEA'cilerin kendilerine davrandığı gibi davranıyorlar: Onlar oyunu AKP'den yana kullanmayanın “Ergenekoncu” olduğunu söyleyip duruyorlardı, bunlar da oyunu CHP'ye vermeyenin AKP'ye vermiş olacağını söyleyip duruyorlar.
Gerekçe de hep aynı, hele bir demokrasi kazanılsın sonra herkes kendine oy verir. Ama şimdi bize vermeyen düşmanımıza vermiş sayılır. Hatta bizzat düşmandır.
Söylemek gerekiyor, buradan çıkış yok. Bilhassa sosyalistler kendi güçlerine güvenerek kendi siyasetlerini kurma ve onu olgunlaştırma zahmetine katlanmaktan kaçındıkça, önümüzdeki on yıllar boyunca iktidar kliklerinin cilalayıp piyasaya sunduğu çıkar ittifaklarının oyuncağı olmaktan kurtulmak imkansız.
Seçimler öncesi hepimiz konu komşuyla çene çalıyoruz. Yaşı 70’e dayanmış emekli asker eşlerinin, kendi meşreplerince CHP’nin dayatmacılığından ve müzmin “bir ileri iki geri” siyasetinden şikayeti var.
HDP olmasa bile, Türkiye’nin en sabit fikirli bu kesimlerinde bile bir çıkış arayışı seziliyor. Sosyalistler de bu çıkışa yol göstermeli. (NZ/BA)
* ''Tatava yapma Sarıgül'e bas geç''; sosyal medyanın bütün bu oy tartışmalarını içeren yeni ironik kalıbı