Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer 1956 yılında üç hafta süren bir tartışma yapmışlar ve teybe kaydetmişler, insanlığa başka olanın varlığını hatırlatabilsinler diye.
Metis “Teori ve Pratik Üzerine” kitabını tam da Türkiye’de “yeni dünya” arayışının doruk noktasına ulaştığı Gezi direnişi döneminde yayımlamış, sonra ikinci basımı da yapmış. Okuduğumda bir süredir kaybettiğimi anladığım ruhumu bulduğumu hissettim; ruh bana başka dünya hayalimizi hatırlatıyordu. Önümüze bazı sorular bırakıyorlardı ikili. “Biz”i sorguluyorlardı. Bazı pasajlar aldım kitaptan ve kendi düşüncelerimi yazdım, “yeni dünya” hayalini hatırlamak için, yeni bir dünyanın gerekliğini hissetmek için ve belki de harekete geçmek için…
* * *
Adorno: Çarkları işler halde tutmak için elzem olan aklın “başka olan”ı da içermesi zorunludur. İnsan düşünmeye başladığında salt röprodüksiyona takılıp kalmaz. Gerçekte illaki böyle olduğu anlamına gelmez bu, ama insanın “başka olan”ı hesaba katmadan düşünmesi mümkün değildir. Bugünkü aptallaşma doğrudan ütopyadan kopmanın bir sonucudur. Ütopyanın istenmediği yerde düşünce kuruyup gider. Düşünce salt ikileme içinde ölür.
Çok haklı Adorno, uzun zamandır başka bir dünya hayalini bıraktık, hem evrensel olarak, hem kendi sınırlarımızda. Özgürlükten yoksunluk ve otorite inancı, geneldeki bilincin içine işlemiş bulunuyor. Kimse meselenin özüne, hakikate dokunmayı düşlemiyor. Bir adım öteye gidemiyoruz artık. Çember daralmış, hapis hayatı yaşıyoruz. Değişmeyen iktidarlar, yıkamadığımız Neo-liberal politikalar, her şey bu kadar kötüyken yeni bir dünya düşüncesini aklımızdan geçirmez olduk. Sistemin entegre ettiği insanlar halini aldık. Kapitalizm hepimizi yendi, yenmekle kalmadı içimizi kuruttu. Hiçbirimizin Küçük Kara Balık’lığı kalmadı. Her sabah yepyeni bir dünyaya kalkıp, her akşam dünyanın bütün yorgunluk acı ve çelişkileriyle dayanamaz duruma geliyoruz. Fildişi sahilinde kakao işçileri hayatlarında ilk kez çikolata yediler geçen yıl. Bu acı gerçek bile kimseyi sarsmadı. Bir yandan özgürlüklerimiz kısıtlanırken, bir yandan haklarımızı kaybeder olduk, küresel sermaye bize ölümü gösterip sıtmaya tamah etmemizi bekliyor. E haliyle toplum yeni dünya düşüne girerse başına açılacak dertlerden korkuyor. Bireysellik üzerine kuruldu her şey, herkes sadece kendinden sorumlu. Ama unutulmamalı ki; Nazi kamplarında bile yeni dünya düşü kuruldu. Kölelerin başkaldırısından hep korkuldu. Siyahilerin başkaldırısını düşünün, geçen yıl Ferguson’daki başkaldırıları, örgütlü olduğumuzu, işte o zaman ellerindeki kaynak güçleri yenmiş olacağız.
“İnsan insanlığını düşünerek yetkinleştirmeli”
Adorno: İnsan düşünmeye başladığında artık etrafa körü körüne saldırmaz. Düşünen kişi yumrukla tepki vermez, önüne geleni yalayıp yutmaz. Açlık, hiddet ve saldırma arasına düşünce yoluyla sokulan bu ara an, her şeyin iyi olacağı inancının kökenini oluşturur. Araçlar amaçlarla karşılaştırılırken, bütün körlüğün ve dolaysızlığın askıya alınmasına vesile olan bir şey çıkar ortaya mutlaka. Doğaya hükmedebilmek için, düşünmek zorundayım. Ama düşünerek, eylemimin nesnesi ile kendi arama, buradan çıkıp her ikisinin de ötesine geçmeye çalışan bir aracı sokarım. Bir anlığına durup da avını yiyip yemeyeceğini düşünen vahşinin gestus’a teolojik olarak şiddetin sonuna da barındırır.
Horkheimer: Benim görüşlerim çok daha mütevazı; ben sadece şunu diyorum: Konuşurken, nesnenin özgüllüğünden kurtulurum. Dewey’nin dediği gibi, her düşünce eylemi şu unsuru barındırır: Burada söylediklerim, bütüne gerçekten hâkim olmayan ve bütünü bilmesi imkânsız olan biri tarafından söyleniyor. Ben bunları tartışmaya açıyorum sadece. Söylediklerimin doğru olup olmadığı, tartışmanın tarihsel süreci içinde anlaşılacak.
Düşünenin çok katmanlı hayatı var. Düşüncesini eylemliliğe dökemeyen ise öylesine gelip geçiyor bu sonsuz evrenden. Düşünen bilgiye ihtiyaç duyar, kanıta, argümana. Sonra bunları kendi doğurur. Düşündükçe sorgular, hükmünü arttırır. Gerçeğe ulaşır. Tabiatındaki vahşiliği köreltir. Toplumsal gerçekliği aklın ruhu oluşturur. Düşünce mantıksal eleştiriyi doğurur, bu bize yüzeysel kalan alanları aydınlatmamızı sağlar. Düşünmeyen topluluklar sicili kusurlar ve karanlıklarla dolu olan otoriteyi ne pahasına olursa olsun örtbas etme eğilimindedir. Bu da bize özgürlüğü kısıtlanmış ahlak kumkuması bireylerden oluşan toplumlarla baş başa bırakıyor. İnsanı insan yapan düşüncedir. Diyeceksiniz ki evet herkes düşünür, ama şunu cevaplayarak kendimizi buluruz; düşündüğün için mi varsın, var olduğun için mi düşünüyorsun? Kafka’nın dünyası, içindeki dürtülerle oluşmuştur. Mesela Kant eleştirel teori ile akıl ve hakikate ulaşıldığına nitelemiştir düşünceden geçerek. Ve hatta Kant bize kendi cümleleri ile durumu özetliyor; “Ne var ki her yandan düşünmeyin! Aklınızı kullanmayın, diye bağrıldığını işitiyorum. Subay düşünme eğitimini yap, maliyeci düşünme vergini öde, din adamı düşünme inan, diyorlar.” Halimiz bundan mütevellittir. “Düşünmek eylemektir” der Adorno, “teori praksisin yapısal bir biçimidir” der. İnsan aklını kullanmayı öğrenince gelişir, düşünceyle insan insanlığını yetkinleştirmek zorundadır. Ya da kendi suçunun altında yüzyıllarca inleyecektir.*
“Özgürlük bilakis biriktirmeye ihtiyacımın olmamasıdır”
Horkheimer: Her şeyin iyi olmasını sağlayacak şey çalışmadır elbette. Ama çalışma tanrı mertebesine yükseltilerek içi boşaltıldı.
Adorno: Nasıl oldu da çalışma kutsallaştırıldı? Çalışma hayatın zorluklarının üstesinden gelmek için, insanlığın yeniden üretimi için vardır. Çalışmanın başarısı çabayla sorunlu bir ilişki içindedir. Çalışma kesin, garantili bir biçimde çalışanların hayatını yeniden üretmiyor, onları çalışmaya ikna edenlerin hayatını yeniden üretiyor sadece. İnsanları çalışmaya razı etmek için emeğin kendinde şey olduğu safsatasını yutturmak gerekiyor.
Horkmeimer: Özgürlük birikim yapabilmek değil, bilakis biriktirmeye ihtiyacımın olmamasıdır.
Adorno: Bütün boş zaman meselesinin baştan sona bu kadar talihsiz olmasının nedeni, insanların boş zamanlarında da farkında olmadan çalışmayı taklit etmeleri, ama aslında çalışmak durumunda olmamak istemeleridir. Mutluluk kaçınılmaz olarak çaba önkoşuluna dayanıyor. Esasen, insanlığa yine 18. Yüzyıldaki gibi hitap etmek gerekiyor: Sizi yok etme tehdidini taşıyan bir sistemi ayakta tutuyorsunuz. Sınıfa başvurmak işe yaramıyor artık, çünkü bugün hepiniz gerçekten de proletersiniz. Kime hitap ettiğimizi iyi düşünmemiz gerekiyor.
Eski zamanlardan bu yana toplumun bir bölümü, toplumsal artı –ürün payından yararlanma hakkını elinden alıp, tutsağı çalışmaya zorlayarak, onun yarattığı ürünleri kendine mal edebiliyordu. Çalışmayı kendi öz gereksinmelerini karşılamaya değil, başkalarının yararına artı ürün yaratmayı amaçlayan köle emeği, bir zenginlik kaynağı haline gelmeye başladı. Bu algı kartopu gibi büyümeye, gelişmeye başladı. Derken çığ oldu.
Çok uzağa gitmeyelim, herkes dönüp kendi hayatına baksın. En son gönlümüze göre geçirdiğimiz hangi günümüz var? Çok uzun zaman oldu değil mi? Çalışma hayatına atıldığınız günden beri, ya da şöyle diyelim sermayenin eline düştüğünüzden beri kendinizi hiç özgür hissettiniz mi, yoksa zincirlere her gün yeni bir halka mı eklendiğini fark ettiniz. İçinden çıkamadığımız bir döngüdeyiz. Bir yandan daha iyi hayatımız olsun diye çalışırken, bir yandan çalışmaktan o daha iyi hayatı bir türlü gerçekleştiremiyoruz. Çalışma hayatı bizi kendine köle yapıyor. Geriye boş zamanda harcamak için para biriktirmek gayesinden, boş zaman yaratamama kalıyor. Emek bu kadar kutsanırken, çalışma yaşamı bu denli önem arz ederken, özgürlüklerimizden bahseden yok. Sistemli, planlı çalışmanın erdem sayıldığı insan doğurdu üretici güçler. Hiçbirimiz bu gönlümüze göre çalışamama haline isyan etmiyor. Kendi yaşamımıza dair fark ettiğimiz her şeyi, görmüyormuş gibi yapıyoruz. Takım elbiselerimizin, kravatlarımızın, döpiyeslerimizin altında eriyip gidiyoruz. Marksizm mutluluk vermedi. Tembellik hakkı tanımadı. Sevmediğimiz işler verdi, kendi kaderimizi tayin etme hakkı tanımadı. Ya da bu hakkın varlığından söz etmedi. İçinde yaşadığımız toplumda sınıf bilincinden önce özgürlük bilinci gelseydi, bugün maden ocaklarına mahkum olmadığımız gerçeği belki gün yüzüne çıkardı. Öcalan’ın dediği gibi sayılamayacak emeklerin karşılığı nasıl ölçülecekti. Marks bizi biraz da kapitalizmin hizmetçisi yapmıştı. Özgürlüğünü verip, geriye emek karşılığı alan. Uygar toplumlarda bu böyle inşa edilmemeliydi. İlkel topluluklarda; sınıflar yaratılmamıştı, insanlar başka insanlar tarafından sömürülmüyordu. Üretim alet ve araçları ortak kullanılırken, zaman geçtikçe toplum efendiler, köleler olarak ayrıştırıldı. Hâlbuki üretici güç köleler olmasına rağmen. Sınıflar yaratıldığında bütün dengeler şaştı. Lenin bize Rus işçilerin; bu kadar işkence, dini mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, ne denli az devrimci eylemde bulunduklarını anlatır, Ne yapmalı kitabında. Sekiz saat çalışma sınırı bugün işe yaramıyor, ya da emek karşılığı. Sistem yüzlerimizi, ruhlarımızı soluklaştırıyor, soluklaşan ruhlarımızı güneşte yıkamalıyız.
“Yaşam hazzı istiyoruz; ama bu kısır alanda nasıl?”
Horkheimer: Mutluluk, artık hayvanlıktan çıkmış olanın bakış açısından görülen bir hayvanlık hali olabilir.
Adorno: Mutluluğun ne olduğunu hayvanlardan öğrenebilirdik.
Horkheimer: Refleksiyon düzeyinde, bir hayvanın durumuna ulaşmak; özgürlük budur. Özgürlük çalışmak zorunda olmamak demektir.
Adorno: Felsefe, özgürlüğün insanın uğraşmak istediği şeyi seçebilmesi, kötü olan her şeyin kendi eseri olduğunu kabullenebilmesi olduğunu söyler hep.
Refleksiyon düzeyde bir hayvanın duruşuna ulaşmak nedir biliyor musunuz; başka bir köpek uzaklarda havlarken, bütün köpeklerin aynı anda havlamaya başlamasıdır, aynı anda birbirini koruma içgüdüsü içine girmeleridir. İnsanın ulaşması gereken de budur. Özgürlüğü korkmadan, duruşunu kısıtlamadan, bir hayvan serbestiyetinde savunabilmesidir. Mutluluğa böyle ulaşabilirdik, şimdilerde bunu başarmak çok zor, dünyanın ilk zamanlarına dönüp her şeyi yeniden kurgulamalı, yeniden yazmalıyız bunun için. Bir araba tarafından ezilen evcil köpeğin suratında huzurlu bir ifade vardır, çünkü kötülük görmemiştir, aynısını iyi bakılmış, kötülük görmemiş insan için söyleyemeyiz, bu noktada insan hayvan psikolojisini üretmelidir.
“İnsanların dünyaya özünde kötü olarak geldiğine inanmıyorum”
Adorno: Bu büyü bozulabilseydi, başarı mümkün olurdu. Bizi insanın koşullara bağlı oluşunun ütopyayı sınırladığına inandırmak istiyorlarsa eğer, bu kesinlikle doğru değil. Zincirlerden bütünüyle kurtulma olanağı var. Anlamsız ızdırabın ortadan kalktığı bir dünyada, Shopenhauer haksızdır.
Horkheimer: Dünya uzun vadede değişemez. Gerileme olasılığı her zaman bakidir. Bu da hem Marksizmi hem de ontolojiyi terk etmemiz gerektiği anlamına gelir. Geriye ne iyi kalır ne kötü, ama kötünün ayakta kalması daha olasıdır. Eleştirel akıl, sosyalist olursanız her şeyin yoluna gireceğini söyleyen bir Marksizmden özgürleştirmeli kendini. Amerikan sisteminin az çok yontulmuş bir versiyonundan daha fazlasını bekleyemeyiz insanlıktan. Aramızdaki fark şurada; Teddie konuşurken bir miktar teoloji de giriyor işin içine; bense iyilerin neslinin tükenmekte olduğunu söyleme eğilimindeyim. En iyisi yine planlama olacaktır.
Adorno: İnsanların dünyaya özünde kötü olarak geldiğine inanmıyorum.
Horkheimer: Ne kötüler ne de iyi. Sadece hayatta kalmak istiyorlar.
Adorno: Kökenleri itibariyle o kadar da kötü değiller.
Horkheimer: Bu şimdiye kadar hep bir hurafe olarak formülleştirildi. Hurafe her zaman kötülüğe duyulan inançtır. İnsanların nihayetinde anlaşılıp her şeyin rüya gibi olacağı yok. Ama senin ileri sürdüğün fikri kurtarmamız gerekiyor.
Adorno: İnsanların doğaya yaptıkları şey, birbirlerine yaptıklarının bir projeksiyonu değil mi daha ziyade? Dışarıya yumruk sallayıp durmalarının nedeni kendilerinin sürekli aşağılanması değil mi?
Çok zor, hâlâ birbirimize inanmalıyız. İnsanlığa inanmıyorum deyip, kapımızı kapatıp içeri girersek bu yaşadığımız hayat sadece bir demo olacak, daha beterin habercisi olarak. Adorno aslında bize bunu diyor; birbirimize inanmalıyız. İnsan türü doğa tarihinin yoldan çıkmasından ya da beynin aşırı büyümesinden dolayı bozuk bir oluşum değil. Doğadaki hiçbir canlı ya da doğadaki hiçbir şey birbirinin bu kadar kökünü kurutmadı. Kötü müzik, kötü yemek, kötü şehir meydanları. Bugün dünya berbat bir halde ise bu sadece senin eserin sevgili “ben insan sevmiyorum” diyen arkadaş.
Katledilenlerin acıları yeni bir dünyada unutulur mu?
Horkheimer: Belki de hiç sakınmadan şunu söylemeliyiz: Marx gibi makale yazmak bugün artık anlamsızdır. Tarihsel süreçte her şeyin bir kere daha tepetaklak olabileceği bir anın gelebileceğine inanıyoruz elbette. Ama bugün, yenilgiyi kabul etmek zorundayız. Kaderci olduğumuz için değil, içinde bulunduğumuz durum yüzünden: Yapabileceğimiz bir şey yok. Bunu bir teoriye dönüştüremeyiz, ama temelde bir değişim yaratamadığımızı söylemek zorundayız. Böyle bir şey hâlâ söz konusuymuş gibi yapamayız.
Adorno: Bir taraftan, değişimin söz konusu olacağı bir anın geleceğine inandığımızı söyledin. Diğer taraftan, bunun dile getirmenin aptalca bir tarafı var. Bunun bir gün söz konusu olabileceği fikri Marksizmle bağdaşmıyor.
Horkheimer: Birisi çıkıp da günün birinde her şeyin yoluna gireceğini söylese, içim pek de rahatlamaz. Çünkü katledilen yirmi milyon Çinli artık ölü ve bizi Marksizmden ayıran şey de burada yatıyor. Günün birinde her şey yoluna girecek olması, o zamana kadar gerçekleşmiş olan onca kötü şeyi kabullenmemizi sağlayamaz. Nihayetinde, devrim doğrudan gündeme oturmadığı sürece, Marksizm esas olarak mümkün değildir. Eğer bu doğruysa, o zaman bu ütopya artık toplumsal bir ütopya değil demektir ve bu durumda Marx’la aramızdaki karşıtlık iyice derinleşecektir.
Horkheimer bunca acıyı yaşatanla barışabilecek miyiz diyor? Her şeyi geride bırakabilir miyiz, bir gün istediğimiz devrimi başarabilsek de. Ağır yaraların kimse kapanmasını beklememeli. Bazı yaralar zamanla iyileşmez, toparlanmaz, unutulmaz. Evet dünün kini bizi yarın için barış dolu yaşama ulaştırmaz, bizi hırpalar, örseler, ama insan çocuğunun katır sanıp öldürüldüğünü nasıl unutabilir ki? “Yeni dünya” bu acılarla yüzleşerek belki inşa edilebilir. Hatırla Cezayir Kurtuluş Savaşını hatırla. İşkencenin odağında bir şehir özgürleştirildi. Peki, “yeni dünya”yı inşa edecek enerjimiz var mı? Daha ne kadar yılgın olabiliriz bilmiyorum, en dibindeyiz, bundan öte yılgınlık yok. Ya karanlığa dönecek insanlık, ya da ışığa yol alacak. Bunu hayal etmekten bile korkan toplumdan beklentiyi kısmalıyız evet, yine de beklentileri toplumlar yaratır. Yeni bir bildiriye, yeni harekete hepimizin ihtiyacı var, zihnimizi daha özgürleştirici bir bildiriye, harekete. Yenilgiyi kabul edip, yeni yolları denememiz gerekli.
“Solunan soluklarla solumayan kuşağımız”**
Adorno: Dünya bugün olduğu gibi kaldığı sürece her şeyin yanlış olacağını biliyorum.
Umut kadar umutsuzluğunda yaygın olduğu bu dönemlerde tarihe bakmak gerekiyor, insanlık mağara döneminden bu yana ilerlemiş, yeni dünya düzeni yaratmış. Bu tamamen değişim odağıyla ilerleyen devrimci güçlerin sayesinde olmuş. Dünya bugünden ileri gitmek zorunda, devrimci güçlerin bunu göz ardı etmemesi gerekiyor. Dünyamız tehlike altındayken düşünebilen canlılara çok iş düşüyor. Kitle psikolojisinin faşist propagandaya yönelimi engellenmeli. İçinde bulunan bugün sonsuza dek aynen tekrarlanacağı beklentisine girilmemeli. “Havada solunan soluklar, soluyamayan kuşağız.” (BÇ/HK)
Kaynaklar: * Server Tanilli, "Yüzyılların Gerçeği ve Mirası".
** Tezer Özlü, "Kalanlar".