* Fotoğraf: 2016 tarihli Broadway müzikali “Waitress”tan.
ABD’li Marksist tarihçi Mike Davis, “Gecekondu Gezegeni” adlı eserinin ardından on yıllık sessizliğini “Eski Tanrılar Yeni Bilmeceler- Marx’ın Kayıp Teorisi” adlı kitabıyla bozdu. Davis’in yanıt aradığı yeni bilmece ise şu: Günümüz dünyasının en hızlı büyüyen küresel sınıfı “kayıt dışı proletarya”, toplumun devrimci dönüşümünü gerçekleştirebilir mi?
Davis, öncelikli olarak öznenin etkinliğinin nasıl anlaşıldığını açıklığa kavuşturmak için Marx’ın yaşadığı dönemden Sovyet devletinin uluslararası tecride uğradığı 1921’e kadarki dönemi, yeni bir bakışla ve derinlemesine inceleme altına alıyor.
“Dünyanın yeni lanetlileri”
Kitabında, kendisiyle benzer bir soruyu, 1995’teki bir röportajında soran bir başka Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın görüşlerinden yola çıkan Davis, toplumları dağılmanın kıyısına getiren neoliberal küreselleşmenin, “dünyanın lanetlileri”nin anlamını yeniden belirlediğine işaret ediyor:
“Hobsbawm’ın ‘gri kayıt dışı ekonomi alanı’ dediği alan, onun röportajından bu yana neredeyse bir milyar kişilik bir genişleme göstermiştir ve belki de ‘kayıt dışı proletarya’yı, gündelikçilikle, ‘mikro girişimcilikle’ ve geçim için suç işlemekle hayatını kazananların; yasaların, sendikaların ya da iş sözleşmelerinin koruması olmadan alın teri dökenlerin; fabrikalar, hastaneler, okullar, limanlar gibi sosyalleşmiş kompleksler dışında çalışanların; ya da yapısal işsizlik çölünde düpedüz kaybolup başıboş dolaşanların tümünün yer aldığı daha geniş bir kategori içine koymamız gerekir.”
Üç temel soru
O andan itibaren de Davis’in önünde üç temel soru beliriyor: 1- Ekonomilerin bu kayıt dışı kesimlerinde sınıf bilinci kazanma olasılığı nedir? 2- Teknolojik becerisi olmayanlardan ya da işsizlerden kurulu hareketler, toplumsal dönüşüm için başarıyla mücadele yürütmelerine olanak verebilecek güç kaynaklarını nasıl bulabilirler? 3- Geleneksel işçi sınıfı örgütlenmesi ile “gri alan”daki çok çeşitli insanlar arasında hangi birleşik eylem türleri mümkündür?
Neoliberal küreselleşmenin tahribatı
Neoliberal küreselleşme sürecinde küresel imalatın yer değiştirmesinin etkilerini ve geleneksel işçi sınıfının inanılmaz boyutlardaki ekonomik ve siyasal güç kaybını anlatan Davis, ücret politikaları, taşeronlaşma, otomasyonun etkisiyle istihdamın aşınması, hizmet işlerinin güvencesizleşmesi, beyaz yakalı işlerin dijitalleşmesi, kamuda sendikalı istihdamın gerilemesinin buna eşlik ettiğini hatırlatıyor.
Mal ve hizmet üretimi artarken istihdamda yaşanan daralmanın, sömürü biçimlerini yeniden kurduğunu, işçi sınıfının dayanışma kültürünü daraltıp, zehirlediğini ifade eden Davis, ana ekonomilerdeki iş güvencesinin son kırıntılarının da tehdit altında olduğuna dikkat çekiyor.
“Çocukları ancak araçlı bombacı olmayı hayal edebilir”
Bunların sonucunda ortaya çıkan yapısal eğilimlerin, kentleşmenin sanayileşme ile, geçimin de ücretli istihdamla bağını kopardığını saptayan Davis, “işsiz büyümenin” sonucu olan göçmenlerin yeniden modern üretim ilişkilerine entegre edilmeleri olasılığını zayıf görüyor. Ve acı tabloyu şöyle ifade ediyor: “Bu insanların gidebilecekleri yer, sefil sığınma kampları ve işsiz çevresel varoşlardır. Çocukları ise oralarda ancak fahişe olmayı ya da araçlı bombacı olmayı hayal edebilirler.”
Davis bu noktada Marx’ın uyarılarını hatırlatıyor: “Üretici emeğin amacı üreticilerin varoluşu değil, artık değer üretimi olduğu için, artık emek üretmeyen her türlü ‘gerekli emek’ kapitalist üretim açısından gereksiz ve değersizdir.”
21. yüzyıl Marksizminin ana görevi
Kapitalizmin gözündeki bu “gereksiz insanlığın” kaderinin, 21. yüzyıl Marksizminin ana problemi haline geldiğini belirten Davis, Hobsbawm’ın uyarısını hatırlatıyor: “Bu kesimler birtakım kolektif kuvvet kaynakları, güç kaldıraçları ve uluslararası sınıf mücadelesine katılım zeminleri bulmadıkça, sosyalizm gelecekte pek az varlık gösterecektir.”
Yaşanan gelişmelerin sonucu olarak klasik devrimci öznenin yani geleneksel işçi sınıfının, eylemlilik açısından tenzili rütbeye uğradığını belirten Davis, post Marksistlerin, işçi sınıfını, “Elveda Proletarya” diyerek, “törenle gömmesinin” ise, korkunç bir hata olduğunu vurguluyor.
İşçi sınıfı nasıl güç ve bilinç kazandı?
Mike Davis ardından da öznenin etkinliğinin nasıl anlaşıldığını açıklığa kavuşturmaya koyuluyor. Marx’ın ve klasik çerçevedeki diğer sosyalist düşünürlerin paralel bir okumasını yapıyor, işçi sınıfının ekonomik ve siyasal kavgalarında, dayanışma kampanyalarında sınıfsal yetenekleri nasıl kazandığını ve sınıf bilincine nasıl eriştiğinin izlerini sürüyor.
Batılı işçi sınıflarının güç ve bilinç kazanma sürecinin tarihsel sosyolojisini yapan Davis, farklı kısmi talepler ve çıkarların uygulamada ve kuramda eylemciler tarafından uzlaştırılmasının, daha geniş ölçeklerde sınıfsal yetenekleri ortaya çıkardığını saptıyor. Ücret, oy hakkı, semt ve fabrika, sanayi ve tarımdaki mücadelelerde ve sınıf içi zıtlıklarda bu sınıfsal yeteneklerin dönüştürücü bir rol oynadığını ortaya koyuyor. Davis, işçi sınıfının işverenlerin türlü saldırılarına karşı koyarken kazandıkları yeteneklerin, krizlerde ve özgül konjonktürlerdeki etkisini, tarihteki çok sayıda örnekle okura sunuyor.
Marx’ın düşünsel evriminin izini süren Davis, onun toplumsal devrim fikrine varışını ve Çartist hareket ile Silezyalı dokumacıların ayaklanmasının ardından da proletaryanın devrimci özne olduğu fikrine ulaşmasını anlatıyor.
Davis, Marx’ın, döneminin ütopyacı sosyalistlerinden farklı olarak öznenin araçsallığı fikrinden uzak olduğunu ve proletaryanın siyasal ve radikal gereksinimlere sahip biricik sınıf olduğu düşüncesini taşıdığını aktarıyor. Zaten Marx, Proudhonculara da “Tarih geriye sarılamaz ama ileri doğru hızlandırılabilir. Kapitalizm mülksüzleştirirken üretici güçleri de geliştirir. Proletarya kendisiyle birlikte tüm insanlığı özgürleştirecek sınıftır” diye karşı çıkar.
“Marx’ın en pahalıya mal olan suskunluğu”
Marx’ın sınıf bilinci konusunu yapısal belirlenimleri açısından, Fransız devrim tarihini incelediği metinlerinde doğrudan toplumsal oluşumlar üzerinden incelediğini işaret eden Davis, bunun öneminin altını çiziyor. Marx’ın 1848’deki yazılarının ardından İngiliz kapitalizmine yönelerek bu uğraşı terk ettiğini, sonrasında ise konuyu Kapital’in 1. ve 2. ciltlerinde üretim ve dolaşım düzeyinde ele aldığını hatırlatıyor.
Davis, “Ücretli Emek” olarak tasarlayıp da yazamadığı üçüncü cildin, Michael Lebowitz’den alıntıyla “Marx’ın öznenin etkinliği konusunda en pahalıya mal olan suskunluğu” olduğunu ifade ediyor.
Davis, “kapitalizmin mezar kazıcısı” proletaryaya yeterlik kazandıran koşulların, yapısal ve konjonktürel olabileceğini belirtiyor. Kapital’in bitmemiş bir başyapıt olduğunu ve öznenin etkinliği konusundaki belirlemeleri buradan çıkarmanın mümkün olmadığını söyleyen Davis, 19. ve 20. yüzyıldaki mücadeleleri inceliyor.
Sosyalist bilinç ve tarihi değiştirme gücünün en başta ekonomik sınıf mücadelesinden doğduğu fikrini basitleştirici bulan Davis, Rosa Luxemburg’un kitle grevi konusundaki analizlerinde sınıf bilinci ve devrimci iradenin en güçlü yaratıcıları olarak saptadığı, ücret mücadeleleri, oy hakkı hareketleri gibi üst belirlenimleri vurguluyor.
Konjonktürün belirleyici etkisi
Kapitalizmin hareket yasalarının pek çok ince ayrıntıyla birlikte işlediğini belirten Davis, Marx’ın parlak sezgisinin, konjonktürün dönemsel olarak proletaryanın ilerleme olasılıklarına yol açtığını ve engel olduğunu saptaması olduğuna işaret ediyor. Davis buna dair örneklere de kitabında yer veriyor: “Kaliforniya’daki altına hücumla ve Doğu Pasifik’in küresel ticarete açılmasıyla tetiklenen 1850’lerdeki büyüme patlaması, Britanya’da emek çatışmasını dindirdiği halde, 1909-1913 döneminde enflasyon ve düşen gerçek ücretler uluslararası çapta sınıf mücadelesinin fitilini ateşledi.”
Dünya ölçeğinde savaş
Marx’ın Kapital’de üretim ve mübadele krizlerinin işsizlik düzeylerini ve sınıfsal güç dengelerini düzenleyişini anlatmasının devrimin nesnel koşullarına güçlü bir anlam kazandırdığını hatırlatan Davis, ancak siyasal ve entelektüel yaşamını Avrupa tarihinin en barışçıl döneminde geçirdiğini belirttiği Marx’ın, dünya ölçeğinde bir savaşın birikim üzerindeki rolünü irdelemeyişini, büyük bir eksiklik olarak niteliyor.
Davis, emperyalistler arası savaşın, en büyük mali ve ticari krizlere denk sayılabilecek bir toplumsal değişim ortamı ile devrim fırsatı olarak düşünüp tartışmanın, Luxemburg’a ve Lenin’e kaldığını ifade ediyor.
Sınıf Savaşı Çağı
Davis, kitabında 1838’deki “Halk Bildirgesi” ile başlayan ve 1921’deki “Mart Eylemi” denilen olayla son bulan yüz yılı “Sınıf Savaşı Çağı” diye dönemleştiriyor. Bu dönemdeki hareketlerin ideolojik temellerini, proleterleşmeye karşı direnen esnaf ile onların fabrika işçisine dönüşen torunlarının attığını söylüyor: “İlk zamanlarda görülen küçük üreticilerin toplumsal cumhuriyeti rüyası, işçi konseylerinden oluşan bir sanayi cumhuriyeti hayaline dönüştü. Her ikisinin de ömrü kısa oldu; ilki, 1848’de ve 1871’de Paris’in radikal esnaf komünleri olarak; ikincisi ise 1917-1919’daki çeşitli sovyet kent devletleri olarak. Nasıl ki, Paris Komünü birçok bakımdan 1848’in son perdesi idiyse, 1936-1937’de Barselona’da yapılan anarkosendikalist devrim de Petrograd 1917’nin yeniden sahneye çağrılması olarak görülebilir. 1921’de Saksonya’da iyi hazırlanılmamış bir komünist ayaklanmanın başarısız olması ve ülkelerin çoğunda işçi hareketinin genel olarak bastırılması üzerine Sovyetler Birliği ölümcül biçimde tecrit edildi ve tam bir kuşak boyunca kuşatmaya alındı, bu yüzden de Ekim 1917’de Smolni’de öngörülmüş hiçbir şeye benzemeyen otoriter bir toplumsal oluşuma dönüştü. Aynı zamanda, Avrupa işçi hareketi içindeki eski sosyalist ve yeni komünist partiler arasında meydana gelen kutuplaşma, birleşik eylemin önüne kalıcı bir engel olarak dikildi. Sonuçta, Komintern Marksizmi, Marx’ın ve Engels’in özgün teorik bakışı kapsamında yer almayan tarihsel öznelere -sömürgecilik karşıtı hareketlere, vekil proleterlere, köylülere, işsizlere, Müslümanlara hatta Amerikalı çiftçilere yüzünü çevirdi.”
Kitabında sınıf oluşumlarının çok yönlü tablosunu da ortaya koyan Davis, sanayinin üretkenliğindeki olağanüstü artışa koşut olarak işçi sınıfının üretken olmayan kesimindeki büyümeye ve bunun işçi hareketine etkilerine de işaret ediyor. Britanya’da 1861’de hizmetçilerin sayısının dokuma fabrikalarındaki işçilerden fazla olduğunu belirtiyor.
Davis ayrıca fabrika üretimi ve tahıl ithalatı ile zanaatçıların ve tarım işçilerinin saf dışı edilmesinin sonucu olarak emek arzının aşırı bollaşmasının, makineleşme temposunu yavaşlatmasına ve bunun etkilerine değiniyor. Bunun yanı sıra bazı mekanik icatların, Marx’ın Kapital’de işaret ettiği gibi emeğin toplumsallaşmasına caydırıcı etki ettiğini belirten Davis, elle dikme ya da biçme işindeki tıkanıklığı gideren bazı icatların taşeronluğa dayalı bir imalat örüntüsünü güçlendirdiğini ve üretimin düşey parçalanmasının uç noktaya vardığını da örneklendiriyor. Bu izleğin işçilerin örgütlenmesine nasıl yön verdiğini de anlatan Davis, ev ve tarım işçilerinin örgütsüzlüğünü, taşeron işçilerin mahalle dayanışmalarını ve sanayi işçilerinin merkezi örgütlenmelerini de inceliyor. İrlandalı ve İtalyan göçmenlerin, Paris’te sayıları on binleri bulan Alman zanaatçıların, Londra’nın East End ve New York’un East Side semtlerindeki Yahudi göçmenlerin yarattığı “merdiven altı sosyalizmi”ne, Anvers, Selanik, Şikago ve Montreal’deki emsallerine değiniyor, okuru 1889’da Londra’da yapılan büyük terzi grevine ve giyim çalışanlarının Manhattan’daki 1909-1915 büyük ayaklanmasına götürüyor.
Fabrika sistemi ve sendikaların ortaya çıkışı
Davis daha sonra da fabrika sisteminin yarattığı “kolektif işçi”nin sanayi bazında geniş ölçekte örgütlenmesinin tarihini ve sendikaların farklı biçimler altında ortaya çıkışını örnekleriyle anlatıyor. Genel grev tartışmalarını ve kapitalistlerin cinsiyete ve etnik kökene dayalı iş bölümüyle dayanışmayı kırma tekniklerine başvurmasını, hatta bazen de silahlı milis güçleri istihdam edip, grevleri kanlı şekillerde bastırmasına varan hamlelerini inceliyor. Davis, bu gibi durumlar karşısında yine yaratıcı yöntemler geliştiren işçilerin mücadelelerini ve bu mücadelelerde kazandıkları sınıfsal yetileri yaşanmış örnekleri üzerinden sıralıyor ve işyeri ölçeğindeki bir grup militan işçinin oynadığı dönüştürücü rolü anlatıyor.
Sanayiye paralel gelişen kentleri, bunun işçi hareketi ile birlikte ve onların mücadelelerinde yer eder şekildeki evrimini inceleyen Davis, spor kulüpleri gibi etkinlikler üzerinden işçi sınıfının örgütlenmesini genişletip, kaynaşmasını ve bir kültür inşa etmesini de ele alıyor.
Bütün bunların birer mekanik belirlenimcilik içinde olmadığını ortaya koyan Davis, 1880’den 1980’e kadar siyasal solun güçlü çekirdeğini oluşturacak sanayi işçisinin, mücadele ve bilinçli örgütlenme yoluyla nasıl etkin bir özne olduğunu ortaya koyuyor.
“Marx’ın Kayıp Teorisi”
Davis, kitabının “Marx’ın Kayıp Teorisi” başlıklı ikinci bölümünde ise, Erica Benner’ın bir makalesinden ilham alarak, Marx’a, “gözardı” ettiği eleştirisi yöneltilen “ulus” konusunu ele alıyor. Davis, Marx’ın, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş’ta bu konuyu özgül siyasal bağlamlarda ele alarak maddeci bir siyaset kuramı inşa ettiğini belirtiyor.
Post Marksistlere eleştiri: “Tarihsel bönlük”
Marx’ın bu metinlerde, hiçbir sınıfın siyasal çoğunluk oluşturamadığı ya da ulusal krizden çıkış yolu bulamadığı bir durumda icracı devletin özerk rolünü açığa çıkardığını hatırlatan Davis, vergiler, krediler ve para üzerindeki “ikincil sınıf mücadeleleri” ile siyasal alanın belirlendiğine işaret ederek, “arada kalan sınıflarla ilgili görünümü” araştırıyor.
Marx yorumcularının bu incelemelerin çoğunlukla farkına varmadıklarını belirten Davis, Marx’ın, gelecekteki herhangi bir devrimde işçi sınıfının, “arada kalan sınıflar”ın üzerindeki “ikincil sömürü biçimlerini” kaldırarak hegemonya sağlamasını salık verdiğini ve olası bir dış müdahalede ise millet adına direnişe önderlik etmesini önerdiğini hatırlatıyor. Erica Benner’ın, Marx’ı “ulusçuluk siyasetini gözardı etmekle” suçlayan Post Marksistlere, “Onların en sert eleştirilerinden birçoğu ulusçuluğun yeterli bir açıklamasını oluşturan şeyler konusunda sakat faraziyeler üzerinde kuruludur” eleştirisini paylaşıyor ve ekliyor: “Bu, düpedüz tarihsel bönlüktü.”
İklim değişikliği ve anarşist prens Kropotkin
Üçüncü bölümde de iklim değişikliğini ele alan Davis, bilimsel çalışmalarını incelediği anarşist Kropotkin’in, bu konuyu insanlık tarihinin önemli bir itici gücü olarak ele alan ilk bilim insanı olduğunu aktarıyor.
Davis son bölümde ele aldığı Antroposen ya da İnsanlık Çağı’nın ise, yol açtığı iklim değişikliğiyle uygarlıkların sonunu getireceği uyarısında bulunuyor. (SA/AS)
Künye
Eski Tanrılar, Yeni Bilmeceler - Marx’ın Kayıp Teorisi
Yazar: Mike Davis
Çeviren: Şükrü Alpagut
Yayınevi: Yordam Kitap, 2018 (Davis’in “Üzerinde Güneş Batmayan Katliam” adlı kitabını da 2012’de yayınlamıştı)