Bundan birkaç ay önce, gerek iktidar ve gerekse de muhalefet partileri tarafından 2011 milletvekilliği seçiminden sonra yeni bir anayasanın hazırlanabileceği ifade edilmişti. Hal böyleyken "ileri" değil, fakat ortalama bir demokrasiyle yönetilen ve yeni bir anayasa hazırlamaya aday bir ülkede, "müstakbel anayasa"nın seçim propagandalarının öncelikli başlığı olacağı beklenir. Ancak seçime yaklaşıldıkça, beklentilere ters orantılı biçimde, anayasaya ilişkin gündemin git gide talileştiği görülüyor. Oysa anayasaya dair birçok başlık -anayasanın yenisi hazırlansın veya hazırlanmasın- tüm şiddetiyle toplum nezdinde ortaya konulmayı bekliyor.
Bu başlıkların en önemlilerinden birisi, devletin örgütlenme biçimi ekseninde merkez ve çevre arasındaki ilişkidir. (Uluslararası anayasa hukukunda bu bağlamda 'coğrafi erkler ayrılığı' kavramı kullanılıyor) Ancak ne yazık ki Türkiye bu ilişkiyi genel olarak sadece kimlik ve zorunlu olarak sadece Kürt sorunu ve daha özel olarak da bölünme paranoyası ışığında tartışıyor. Oysa bu ilişkiye dair tartışma, aynı zamanda büyük kentler ile Anadolu şehirlerinin arasındaki eşitsizlik sorunu, yeni anayasanın ekolojik karakteri, zenginliğin yeniden paylaşılması ve pek tabii ki kimlik sorunlarını bünyesinde taşıyor.
Örneğin devletin örgütlenmesi bakımından merkez-çevre ilişkisi ekolojik açıdan ele alınabilir. Şöyle ki dünyada (ve sesini duyurabildiği kadarıyla Türkiye'de) çevre hareketi, doğanın özü itibariyle adem-i merkeziyetçi bir karakter taşıdığını ve doğa tahribatına sebep olan faktörlerden birisinin de aşırı merkeziyetçi devlet örgütlenmesini olduğunu ileri sürüyor.
Diğer taraftan bu ilişki, ekonomik bir tartışmayı da bünyesinde barındırıyor. Örneğin Türkiye'de, başta İstanbul, İzmir ve Ankara gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin çevreye yayılma merkezi sayılan şehirler olmak üzere, Anadolu'nun (ve Trakya'nın) sınai birikimin toplandığı "büyük şehirleri", kırsaldaki yerleşim ve yönetim birimlerinin doğal ve ekonomik kaynaklarını emiyor. Buna bağlı olarak da yerleşim yerleri arasında büyük uçurumlar oluşuyor. 70'li yıllarda sol siyasetin gündeminde olan bu sorun, 80'lerden bu yana gerek siyasal gerekse hukuksal bakımdan görmezlikten gelinmiştir.
Oysa anılan ilişki, pek tabii ki tüm bunlardan bağımsız düşünülemeyecek siyasal ve hukuksal bir tartışma içeriyor. Devlet örgütlenmesinde merkez ve çevre arasındaki ilişki esasen demokrasi üst başlığında bir dizi konuyu bünyesinde taşımakla beraber, bu tartışmanın anayasa hukuku sınırlarında Türkiye'de konuşulmayan teknik bazı karşılıkları da var. Macaristan Anayasa Mahkemesi'nin başkent Budapeşte'de değil de Esztergom şehrinde; Almanya Anayasa Mahkemesinin ise başkent Berlin'de değil de Karlsruhe'de olması, yargı bağımsızlığı vb. nedenlerin yanında devlet organlarının ülkeye dağılımı, bu bağlamda verilebilecek örneklerden sadece bir tanesi.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Kürt Sorunu
Yukarıdaki örnekler çoğaltılabilir. Ancak kısaca aktardığımız bu örnekler dahi, adem-i merkeziyetçilik meselesinin sadece bir bölünme sorunu olarak ele alınamayacağını gösteriyor. Bununla beraber, anılan ilişkinin bağrında kimlik sorunu yattığı gerçeği de göz ardı edilemez. Bu açıdan Türkiye'de farklı kimlik sorunları bulunmakla beraber, konu adem-i merkeziyetçilik olduğunda gündeme öncelikle Kürt sorunu geliyor. Ancak dikkat çekici olan; seçim öncesinde, tam da Kürt açılımının devam ettiği iddia edilen bir süreçte, bu sorununun çözümü için somut ve yeni (hatta eski ve genel geçer) önerilerin ileri sürülmemiş olmasıdır.
Bunun önemli istisnası, geçtiğimiz hafta CHP genel başkanının Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı (AYYÖŞ) aynen kabul edilmesi (yani Türkiye'nin 1992'de kabul ettiği şarttaki çekincelerinin kaldırılması) yönündeki önerisi oldu. Türkiye'de Kürt sorununa ilişkin her türlü arayışta olduğu gibi, bu öneri de pek tabi ki sıradan faşizmin ve hamasetin saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Oysa söz konusu çekincelere konu olan hükümler, doğrudan etnisite veya kimliğe gönderme yapmıyor, bu bağlamda objektif olarak, münhasıran Kürt sorunu ile ancak dolaylı bir bağlantı taşıyor.
Fakat daha bu düzeyde bir öneri karşısında dahi gösterilen hamasi tepkiler, Türkiye'de bu sorunun çözülmesinin ne kadar zor olduğunu ortaya koyuyor. Gelinen aşamada konunun anayasal temelde tartışılması ihtimali "şimdilik" askıda görünüyor. Yani sözün özü Türkiye, yeni anayasa arifesinde hâlâ, devlet örgütlenmesi bakımından merkez-çevre ilişkileri konusunu -yukarıdaki diğer başlıklar bir tarafa- kronik Kürt soruna açısından dahi sağlıklı biçimde konuşamıyor.
Çekinceler ve Anayasal Değişiklikler
Yeri gelmişken AYYÖŞ üzerinde Türkiye'nin çekince koyduğu hükümlere değinmekte yarar var. Bu hükümler, sanılanın aksine objektif olarak etnisite ile ilgili değil, fakat genel olarak yerinden yönetimlerin güçlenmesi ve demokrasinin pekişmesine yönelik. Aslında bu maddeleri sorunlu kılan, Türkiye'nin bu konuya ilişkin hassasiyetleridir.
Çekincelerin kalkması durumunda yerel yönetimler kural olarak kendilerini ilgilendiren planlama ve karar süreçlerinde ve mali kaynakların dağıtımında görüş bildirecek, iç örgütlenmelerini kendileri belirleyecek, mali yardımları kendi istekleri doğrultusunda kullanacak, başka yönetim birimleri ile işbirliği kurabilecek, orantılı vesayet denetimi altında bizzat yargı yoluna başvurabilecek ve görevlileri keyfi biçimde görevden alınamayacaktır.
Bununla beraber, söz konusu çekincelerin kaldırılması için anayasal bir tartışmanın sürdürülmesi zorunludur. Bu çekincelerin kalkması ilk üç maddede bir değişikliği zorunlu hale getirmemekte, fakat özellikle Anayasa'nın idari vesayeti düzenleyen 127'nci maddesinin de değiştirilmesini gerekli kılmaktadır.
Nitekim Türkiye'nin 1950 yılında bu yana üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi bünyesinde yer alan ve Türkiye'nin il genel meclisi üyesi 6 kişi, belediye başkanı ve belediye meclis üyesi 6 kişi olmak üzere toplam 12 üyesinin bulunduğu Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi, bundan neredeyse 15 sene önce konuyla ilgili bir tavsiye kararı üretmiş, ve özellikle Türkiye anayasasının 127'nci maddesinde değişiklik yapılması gerektiği vurgulamıştı. Karara göre anayasada değişiklik yapılması gereken maddeler şunlar:
(1) İdarenin bütünlüğü ve idari vesayet vurgusu yapan anayasa maddesinde değişiklik yapılarak, madde "yerel yönetimlerin idari ve mali özerkliğe sahip kuruluşlar olarak, yerellik ilkesine göre denetleneceği" kaydı ile düzenlenmelidir. (AY. md.127)
(2) Yerel yönetimlere vergi oranlarıyla bağışıklık, istisna ve indirimleri belirleme yetkisi tanınmalıdır. (AY. md.73)
Bunun yanında kararda, vaktiyle SSCB ve ABD'de geçerlilik bulan ve özellikle son on yıldır çeşitli Avrupa ülkelerinde de yerel yönetim seçimleri için yaygınlaşmış bulunan bir uygulama konusunda da tavsiye bulunuyor:
(3) Türkiye'de yerleşmiş bulunan yabancılara oy hakkı tanınmalıdır. (AY md.67)
Avrupa organları anayasal önerileri bu kadar açık ve seçik yaparken, Türkiye'nin yeni anayasa hazırlama iddiasındaki siyaset öznelerinin suskunluğu neresinden bakılırsa bakılsın büyük bir paradokstur.
(Tolga Şirin, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.)