geçen hafta tbmm anayasa uzlaşma komisyonu'nda, dört partinin üzerinde uzlaşma sağladığı sağlık ve sosyal güvenlik hakkı çerçevesindeki düzenlemelere dair düşüncelerimi belirtmiştim. yazımın sonunda belirttiğim gibi bu hafta da bu çalışmalar sırasında üzerinde uzlaşıldığı belirtilen “konut ve barınma”, “çevre hakkı” ve “devletin sosyal ve ekonomik görevlerinin sınırı” konuları ile sevgili dr. tuğrul erbaydar’ın gönderdiği metinde yer almayan beslenme ve çalışma hakkı konusundaki düşüncelerimi paylaşacağım.
konut ve barınma hakkı
- "herkes temel insani gereksinimlerini karşılayabilecek, insan haysiyetine yakışır biçimde konut ve barınma hakkına sahiptir.
- devlet bu hakların gerçekleşmesi için şehirlerin ve diğer yerleşim birimlerinin tarihi ve kültürel nitelikleri ile çevre değerlerini de esas alan bir plan çerçevesinde gerekli tedbirleri alır."
“1.” maddede ifade edilen bu hakkın “dokunulamaz” boyutunu ortaya koyan bir düzenleme; ancak hakların, özellikle de sosyal hakların, bir hak olarak varlığı, sıkça söylediğimiz gibi yalnızca “dokunmama” tutumu ile varolmaz. bu koşulun yerine getirilmesiyle hak gerçekleşmiş sayılmaz. bununla birlikte “üçüncü kişi ya da tarafların doğrudan ya da dolaylı dokunmasının önlenmesi/engellenmesi” ile, “bu hakkın gereği olan koşul ve olanakların sağlanmasını” da içinde kapsayan, “gerçekleştirme”, “yerine getirme”, “sağlama” ve “geliştirme” gibi unsurlarından da anayasa da ya özel olarak ya da genel bir düzenleme olarak söz edilmesi gerekmektedir.
özellikle “kentsel dönüşüm” bağlamında sıkça yaşadığımız ve/veya gözlemlediğimiz, farklı gerekçelerle insanların barındıkları konutların ellerinden alınması, onlardan oralarda yaşamalarını sürdürmeleri için ek kaynakların talep edilmesi, ya da orayı terk etmeye zorlanılması bu hakkın gerçekleşmesi bir yana tersine ortadan kaldırılması snucunu doğurmaktadır. öte yandan bu konulardaki uygulama kapitalist arz-talep veya piyasa-pazar koşulları ve bunların gerektirdiği şekilde, “hak” hemen hiçbir zaman gündeme getirilmeden yapılmaktadır. sonuçta toplumun bir kesimi içinde yer alan insanlar yerlerini değiştirmeye, göçmeye zorlanmaktadır. dolayısıyla bu hakla ilgili gerçekleştirilecek bir anayasal düzenlemede bu hak kategorisinin temel noktalarının açımlaması gereklidir.
dolayısıyla üzerinde uzlaşıldığı belirtilen “2.” maddede dile getirilen içerik, hakkın gereğini sağlama bakımından eksik ve yetersizdir.
özellikle yoksul, yoksun ve ötekileştirilmiş kesimlerin konut ve barınma haklarının gerçekten varolabilmesi için, devletin yalnız üst düzenleyici olarak davranması yeterli değildir.
tıpkı daha önce sağlık ve sosyal güvenlik hakları konusunda belirttiğimiz gibi en azından bu kesimler için ve “afet”, “çatışma vb. bazı özel durumlarda” da, tüm yurttaşlar için bu hakkın gereğini yerine getirmenin de devletin vazgeçemeyeceği, erteleyemeyeceği bir görevi olduğu gerçeği anayasada yer almalıdır.
çevre hakkı
- "herkes çevre hakkına sahiptir. bu hak, insani gelişimi mümkün kılan, sağlıklı, ekosistem açısından dengeli bir çevrede yaşama, çevrenin etkili biçimde korunmasını isteme haklarını da kapsar.
- gelecek kuşaklara yönelik sorumlulukları da gözeterek çevreyi geliştirmek, çevre değerlerini korumak, çevre kirliliğini önlemek, çevre kalitesini yükseltmek ve gıdaların doğallığını sağlamak herkesin ve devletin görevidir.
- devlet doğal hayatı ve hayvanları korur. hayvanlara yönelik eziyet ve kötü muamele yapılmaması amacıyla gerekli tedbirleri alır."
anayasalar her ne kadar onun hazırlandığı dönemlerde yaşayan yurttaşlar arasında yapılmış bir “toplumsal sözleşme” olarak kabul edilse de, yalnız şu anda ve bu ülkede yaşayan vatandaşlar için değil değişene kadar bu anayasaya tabi olacak gelecekteki kuşaklar için de geçerli bir düzenleme olarak düşünülmelidir.
“çevre hakkı”na özü itibariyle yaklaştığımızda ise bu durumun, çok daha ileriyi, hatta zaman içindeki olası değişiklik hallerinden sonrasını da öngörerek düzenlenmesi gerekir.
her ne kadar üzerinde uzlaşılan “2.” maddede bu durum bir oranda açımlanmış olsa da, “1.” maddede belirtildiği üzere “herkes” ibaresi yalnız mevcut olanları ve vatandaşlık kimliğine sahip olanları kastettiği için yetersiz bir özne tanımlamasıdır.
gerçekten de çevreye yönelik her türden müdahale ve değişiklikler, şu anda yaşayan vatandaşların çevre hakkı bağlamında yaşamlarında büyük değişikliklere yol açmayabilir; ancak aynı uygulamalar, hem bir coğrafya olarak ülkenin varlığı, hem de bir toplum olarak üzerinde gelecekte yaşayacak olanların da hakkını gözetecek biçimde düzenlenmelidir.
öte yandan dünya üzerinde ve doğada “doğal sınırlar” yoktur; dolayısıyla bu düzenlemede çevreye yapılacak müdahalenin sonuçları açısından konu küresel ölçekte tanımlanmalı ve bu hakkın boyutları bu çerçevede ele alınmalıdır.
devlet bu bağlamda söz konusu hakkın gereği olan ödevleri, yalnız ülke coğrafyası temelinde düşünmemelidir. bununla birlikte uluslar arası ilişkileri de kullanarak, sorumluluğunu o düzlemde tanımlayarak, bu ülkedeki insanların yaşamlarını çevreleri bakımından etkileyecek, başta komşuları olmak üzere küresel düzlemde bir düşünceyle görev ve sorumluluklarını tanımlamalıdır.
ayrıca “2.” maddede bunun “herkesin ve devletin” görevi olarak belirtilmesi yaklaşımı da birey ile devletin sorumluluk dolayısıyla görevlerini bir anlamda eşitlemektedir ki, devletin her durumda bireyin yaptığından ya da yapacağından çok daha fazlasını yapması gereklidir.
düzenleme yine tersten, yani “zarar vermeme” özelliğini öne çıkararak kurulabilir. ama hangi biçimde tanımlanırsa tanımlansın, hakkı sadece “şimdi ve burası”yla sınırlamak her şeyden önce bu hakkın özüne aykırı bir düzenleme yapıldığı anlamına gelecektir.
benzer biçimde düşünülünce “3.” madde de bu bakımdan dolaylı etkileşim ve etkilenme boyutlarını dikkâte alarak, canlı ve cansız doğa ve çevreyi bir araya alacak şekilde genişleterek düzenlemelidir.
bu noktada hayvanları koruma adına yapılanların da insan temelli değil, doğa ve korunacak hayvanların yaşam döngüleri ve ilişkileri çerçevesinde değerlendirilerek daha geniş boyutuyla ele alınmalıdır.
çalışma ve çalışma güvenliği hakkı
elde somut bir düzenleme ve metin olmamasına karşın yine bu hak da yukarıda vurguladığımız gibi “hak temelli yaklaşım”la ve üç temel unsur ve görevi içerecek şekilde ve yine “yoksulluk, yoksunluk ve ötekileştirme” ile ilgili durum göz önünde tutularak düzenlenmelidir.
bu bağlamda “çalışma hakkı” kadar “çalışmama hakkı” ve her biçimdeki “angarya yasağı” ile birlikte düşünülmelidir. diğer yandan “çalışma” olgusu yalnızca yaşamı “var etme, gerçekleştirme ve sürdürme”nin bir koşulu olarak tanımlanmamalıdır. “çalışma” aynı zamanda insanın ve insanlığın gelişimi, sahip olunan bilgi ve teknolojik düzey ve toplumsal koşul ve ortak olanaklar çerçevesinde karşılığı verilse bile insan onuruna aykırı bir biçimde gerçekleşmesinin önüne geçilecek şekilde düzenlenmesi gereklidir.
bu bağlamda çocukların öğrenme faaliyetleri dışındaki tüm çalışmaları yasaklanmalı, benzer biçimde dezavantajlı kesimlere yönelik olarak, kendi durum, koşul, olanak ve istekleri dışında hiç bir durumda “çalışma” dayatmasında bulunulamayacağı, onların zorluk ve zorunluluklarından yararlanarak çalışmaya zorlanamayacakları kuralı mutlaka anayasal düzlemede gündeme getirilmelidir.
öte yandan çalışma güvenliği ile ilgili hususlar da, yine çok boyutlu olarak, çalışanı “tek” başına, “çalışma ortam ve mekanını” da sadece çalışanla sınırlı görmeyen bir yaklaşımla, üstelik de çalışma ve çalışma ortam koşullarının etkilerinin uzun erimdeki riskleri ve bu risklerin getireceği sorumluluklar dikkâte alınarak düzenlenmesi gerekmektedir.
beslenme ve içme suyuna erişim hakkı
üzerinde bir uzlaşma olup olmadığı henüz bilinmeyen “beslenme ve sağlıklı içme suyuna erişim hakkı” da barınma ve konut ile çevre hakkı gibi değerlendirilerek düzenlenmelidir. özellikle yukarıda belirtilen kesimlerin beslenme koşul ve olanaklarıyla ilgili kamusal düzenlemeler, yalnızca bir yardım, sadaka vb. gönüllülük ve isteğe ve tercihe bağlı sosyal dayanışma sistemleri ile değil, doğrudan herkes için asgari düzlemde geçerli olacak sınırlarda bir hak olarak tanımlanmalıdır. özellikle çocukların yeterli ve dengeli beslenmesinin, kamusal kaynaklar kullanılarak sağlanacağı anayasada yer almalıdır. bunun yalnızca sosyal devlet olmaya değil, devlet olmaya dayandıracak bir yaklaşım benimsenmelidir.
devletin sosyal ve ekonomik görevlerinin sınırı
- "devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.
- sağlık, sosyal güvenlik ve iş güvenliği hakları birinci fıkradaki mali kaynakların yeterliliği sınırına tabi değildir. devletin bu haklara ilişkin görevleri, asgari güvenceler sağlanmadıkça yerine getirilmiş sayılmaz."
“1.” maddedeki düzenlemedeki “mali kaynakların yetersizliği” ibaresi daha önceki yasalarda da bulunan, aslında devletin varlık nedenini ortaya koyan sosyal boyutunu ortadan kaldıran bir düzenlemedir. her ne kadar “2.” maddede “sağlık, sosyal güvenlik ve iş güvenliği” çerçevesindeki hakların bu kapsamın dışında olduğu belirtilmişse de bu da yeterli sayılmamalıdır.
“kaynakların yetersizliği hali”nin ya kapsam ve içeriği, öncelik hali de göz önüne alınarak ve herkesin eşitliği temelinde düzenlenmesi, ya da tümden vazgeçilmesi gereklidir.
devlet bu sosyal görevlerini en azından bu görevlerini her durumda “toplumsal dayanışma” yöntemleriyle zaten gerçekleştirilebilir. önemli olan bir kurum olarak bu konularda devletin bir “karşılayan”, “sağlayan” ve “hizmet eden” olarak davranması mantığının benimsenmesidir. bir devletin bütçesinin “fazla vermesi” söz konusu olamaz. son yıllarda politik nedenli bir başarı argümanı olarak kullanılan bu durum, devletin yapmakla yükümlü olduğu görevleri yeterince yapmadığı anlamına gelir. bu fazla eğer gerçekten mevcutsa, toplumun refah düzeyinin yükseltilmesine yönelik olarak tüm yurttaşlar arasında, gereksinimlerine ve düzeylerine göre, daha az olanağı olana daha çok dağıtılacak şekilde paylaşılmalıdır.
diğer yandan temel haklarla ilgili görevlerde söz konusu olan “uluslar arası gözetim, denetim ve dayanışma kuralları ve buna yönelik tutumlar”, bugün artık sosyal ve ekonomik konularda da söz konusudur ve türkiye bunun da tarafıdır.
devletin mali kaynaklarının yetmediği durumlarda “uluslar arası destek sistemleri” ve “ülkelerin birbirleriyle dayanışmaları” bir uygulama olarak gündeme gelebilmektedir.
dolayısıyla devletin bu görevlerinden “kaynak yetersizliği/yokluğu” gibi bir nedene dayanılarak, tümünün ya da bir kısmının, sürekli ya da geçici yok sayılmasının yolu anayasa düzleminde açılmamalıdır. devletin her durumdaki sosyal harcamaları, diğer zorunlu harcamalarının yanında oransal olarak aşılamayacak büyüklüklere varmamaktadır. (ms/hk)