Her yıl milyarlarca hayvan, laboratuarlarda zehirleniyor, parçalanıyor, sakat bırakılıyor ve öldürülüyor.
Bu hayvanlara hastalık enjekte ediliyor ve bedenleri üzerinde fırın temizleyicilerinden, boya sökücülerine kadar tamamen insanlar tarafından tüketilen yığınla kimyevi madde deneniyor.
Üstelik bütün bu deneyler boyunca, deneyin “bilimsel” olabilmesi adına uyuşturulmuyorlar; dolayısıyla yaşadıkları işkencenin her zaman farkında oluyorlar.
Özellikle fabrika tipi hayvancılığın gelişmesiyle birlikte, milyarlarca hayvan kamyonlarla mezbahalara götürülecekleri güne kadar temiz hava, gün ışığı ya da taze çimen görmeden, korkunç koşullar altında hayatlarını sürdürüyor.
Çektikleri acılar, fabrikalardan mezbahalara giderken de dinmiyor. Yolculuk sırasında ve katledilmeleri esnasında uzun süre acı çekmeye devam ediyorlar.
Üstelik sadece laboratuarlarda ya da et fabrikalarında değil, hayatın hemen her alanında tamamen insanların yararı ve keyfi adına sömürülmeye devam ediyorlar. Kadınlardan, siyahlardan, işçilerden ya da eşcinsellerden farklı olarak, seslerini hiçbir zaman yükseltemeyecekleri için, çektikleri acıları görmezden gelmek daha kolay olabiliyor.
Duvarların ardında...
Ne yazık ki et fabrikalarının, laboratuarların ya da mezbahaların duvarları camdan değil. Yani hayvanların içinde yaşadıkları koşulları görüp, aydınlanmamız çok zor. Hiç şüphesiz ki böyle bir aydınlanma, hepimizin iştahını ve tüketme arzusunu kaçıracağı için, bu durum sermaye sahiplerinin de işine gelmeyecektir.
Bu güçler tarafından da şekillenen kültürümüz, sırf kendi çıkarlarımız için öteki olan her grubun acısını görmemeye böylesine yatkınken, aydınlanmanın önünde duran duvarlar oldukça kalın gibi görünüyor.
Hayvanların yaşadıkları korkunç koşulları az da olsa görebilmeyi başardığımızda ise, getirmeye çalıştığımız sözde mantıksal açıklamalar ya da savunmalar, sadece kendimizi kandırmaya yetmektedir. Onların yaşadıkları koşulları iyileştirmek için algılarımızı açmamız gerekir. Algımızı açmamız ve bir şeyler yapmamız gerekir.
Hayvanların Yaşam Hakkı Mı?
Hayvan hakları mücadelesi, hayvan refahını hedefleyen gruplardan, tamamen hayvan özgürleşmesini savunanlara kadar oldukça geniş bir yelpazeden oluşur. Bu mücadele içinde şekillenen “Derin Ekoloji” akımı ise, her canlı türünün içsel değerlerinden gelen haklarının olduğunu söyler.
Yani her canlının kendini gerçekleştirme ve müdahaleden uzak bir biçimde soyunu sürdürme hakkı vardır. Bu hakların garanti altına alınması gerekir. (Bkz. Ümit Şahin, “Yeşiller ve Hayvan Hakları”)
Elbette bu hakların başında yaşamını sürdürme hakkı gelir. Ancak şu an var olan endüstrileşmiş hayvancılık ve bu endüstriyle şekillenen kültürümüzde, böyle bir hakkın varlığından bahsetmek mümkün görünmüyor.
Kültürümüzde hayvanların, doğadan farklı olarak, insanlardan kaçıp hayatlarını kurtarma gibi bir şansları yok. Üstelik hayatlarını, kendi varoluşları gereği ihtiyaç duydukları koşullarda sürdürme gibi bir imkânları da yok.
Bırakın hayvanların yaşam hakkından bahsetmeyi, hayvanların öleceği ya da öldürüleceği güne kadar daha iyi koşullarda tutulmaları gerektiğinden bahsedildiğinde bile buna karşı çıkanlar olabiliyor.
Üstelik bu karşı çıkanların sayısı hiç de az değil. Bu insanların karşı çıkarken öne sürdükleri temel argüman ise, hayvanların kayda değer bir bilinç seviyesine sahip olmadığıdır. Sundukları bir değer temel argüman ise insanlığın fayda sağlaması için hayvanların sömürülmesinin gerekli olduğudur.
Ama İnsanlığın Yararı?
İnsanlığın yararını savunduğumuzda tehlikeli sulara girmiş oluruz. Çünkü bu durumda insanlığın menfaati için canlı ve cansız doğanın her biçimde kullanabileceğini de iddia etmiş oluruz. Buna ise türcülük denir.
Türcülüğe göre insanların diğer hayvanlardan kesin bir biçimde ayrıldığı savunulur. İnsanlar, tüm canlıların üstündedir ve tüm canlıları kendi yararı için kullanabilirler. Üstün canlı olarak insanlar, acı duyabildiği, hissedebildiği, düşünebildiği ve bir bilince sahip olabildiği için haklarla donatılmıştır. İnsan dışı türlerin böylesi yetileri olmadığı düşünüldüğü için, haklarının da olmayacağı iddia edilir.
Ancak son dönemlerde yapılan araştırmalar gösteriyor ki, yüzyıllardır sadece insanlarda olduğu düşünülen özellikler, insan dışı türlerde de vardır.
Tıpkı insanlar gibi diğer hayvanlar da acı çekerler, yaşamdan keyif alırlar. Üstelik yakın çevreleri, aileleri, umutları ve planları vardır. Hatta kimi hayvanların duyu organları insanlardan çok daha gelişkindir, dolayısıyla maruz kaldıkları eziyetleri çok daha yoğun bir biçimde yaşarlar.
Sırf bizimle aynı türe mensup olmadıkları için diğer hayvanların çıkarlarını göz ardı etmenin, ırkçılıktan, cinsiyetçilikten ya da heteroseksizmden hiçbir farkı yoktur. Nitekim ırkçılar, cinsiyetçiler, ya da heteroseksist insanlar, kendi ırklarını, cinsiyetlerini ya da cinsel yönelimlerini her şeyden üstün görürler. Üstelik tıpkı türcüler gibi, gerekirse kendi çıkarları için başkalarının haklarını çiğnemekten çekinmezler. (Bkz. Peter Singer, “Hayvan Özgürleşmesi”)
İşte bu sebeple hayvan hakları mücadelesi diğer ezilen grupların mücadelesiyle benzerlik gösterir. Tıpkı kadınların yaşadığı olumsuzlukları görmezden gelen ataerkil sistemde olduğu gibi, tabağımızda duran hayvanın yaşadıklarını görmezden geliriz. (Carol Adams, “Etin Cinsel Politikası”) Nasıl insanlar hayvanları taşınır mallar gibi görürse, fabrika sahipleri de işçilere bir meta gözüyle bakarlar. Bu durumu, 1992 yılında Amerika’daki bir tavuk fabrikasında çıkan yangın örneğinde de görürüz. Fabrikanın yangın çıkışları, işçiler tavuk çalmasın diye önceden kilitlenmiş olduğu için, işçiler de tavuklarla birlikte ölürler. Çünkü fabrika sahipleri için işçiler de, tavuklar da gerektiğinde elden çıkarılabilecek nesnelerden ibarettir.(Charlton ve diğerleri, “Sol Neden Hayvan Haklarını Desteklemeli?”)
Yazının başında belirtilen korkunç koşullara göz yumulmasını sağlayan en önemli neden, bu düşünce yapısıdır. Ancak bu düşünce yapısı sadece hayvanlara değil, tüm ekolojik sisteme ve beraberinde insanlara da zarar veriyor. Her geçen yıl büyüyen endüstriyel hayvancılık sebebiyle, içilebilir sular azalıyor, denizlerdeki balıklar tükeniyor ve beraberinde tüm ekolojik sistem zarar görüyor. Ayrıca yeryüzündeki açlığı giderebilecek, tüm insanlara yetecek kadar gıda üretimini sağlayacak değerli tarım alanları, insanlarının damak zevkinden ötürü heba ediliyor.
Peki, Ne Yapmalı?
Endüstriyel hayvancılıkta, tıpkı tüm endüstriler de olduğu gibi, üretimi artırarak kâr sağlamak hedeflenir. Bu sebeple, hayvanlar bacaklarını ya da kanatları açamayacakları kadar dar alanlara hapsedilirler. Çoğu tavuk hayatı boyunca bir dosya kâğıdını geçmeyecek kadar küçük bir alanda kalır. Çoğu hayvan gün ışığı görmez, çünkü bu kadar çok hayvanı düzenli olarak açık havaya çıkarmak pahalıya mal olur. Bu sebeple çoğu hayvan, hayatı boyunca toprağı, otları ve güneşi görmez. Hayatı boyunca beton bir zeminde ya da demir kafeslerde dikilerek ve oturarak ölümü bekler.
Tüm bu acıları görmezden gelme tuzağına düşmemeliyiz. Bu acıları dindirmenin yolu ise, hayvanları sömüren tüm yapıların mümkün olduğunca dışına çıkmak ve karşı durmaktan geçer. İşe et yemeyi reddederek başlayabiliriz. Hayvan üzerinde denenmeyen ürünleri kullanarak, hayvan deneylerine karşı çıkarak, hayvanlara eziyet eden sirkleri, evcil hayvan mağazalarını ya da sanat faaliyetlerini protesto ederek devam edebiliriz.
Bir hayvan hakları savunucusu olan Richard Ryder’ın söylediği gibi, “Ne mutlu ki hepimiz, başkalarının acılarına karşı doğal bir merhamet kıvılcımını taşıyoruz. Bize gereken, o kıvılcımı yakalayıp körükleyerek, akılcı ve evrensel bir merhamet ateşine dönüştürmektir."(YB/BÇ/EZÖ)