Siyaset biliminin dönüp dolaşıp tekrar tekrar sorduğu üç beş soru var. Soruların zorluğundan değil bu geriye dönüp üzerinde tekrar düşünmeler. Yanıtları çok sadece. Acımasızca olacak ama dünya tarihi açısından, bu yanıtlara, doğru ya da yanlış diye bir hüküm koymanın da bir önemi yok. Bir karar binlerce insanın ölümüne sebep olmuş olsa bile.
Her çağın “bir fikir buldum!”cu filozofları, önde konuşanları, sözünün ağırlığından dolayı yerinden oynayamayan aydınları, yönetme gücünü eline almış olanları yine o çağa uygun birkaç yanıtı uygun bulup seçmiş kendilerine.
Devlet ne için vardır, olmalı mıdır mesela? İçimizdeki en kötünün zaptı için ve yine içimizdeki en iyinin getireceği zarar için midir devlet? İyi bir amaç için olsa dahi şiddetin bir ayarı tutturulabilir mi? Örgütsen, herhangi harekete mensupsan ya da bir davanın doğruluğuna karar verip yola çıkmaya hazırlanıyorsan, şiddetini konuşturmadan adından ne kadar söz ettirebilirsin? Gandhi mesela. Bugün hala başka türlü davranmış olsaydı, Hindistan bugün nasıl olurdu sorusu üzerinde durulur. Demek öyle de olmuyor pek. PKK mesela. Biraz da uyguladığı şiddetin istikrarıyla bugünlere gelmiştir.
Hangi ordu, gücünün haşmetinden çılgına dönmez? Eşitlik denen şey tabiata ne kadar uyumludur? Milliyetçilik kötüdür, odur, budur ama “yabancı” varsa “biz” duygusu da yok mudur? Bu o kadar kötü bir şey midir hem? Oranı tutturmak nasıl mümkündür?
“İnsanlık için ve insanlığa karşı işlenen suçlar vardır. İnsanlığa karşı suçlar, Almanlar tarafından; insanlık için suçlar, Almanlara karşı işlenir” demiş Carl Schmitt. Dünya düşmanlık hukukuyla dönmüyor mudur biraz? Ne yapıp edip güçlü olmak değil midir nihai hedef?
İnsan doğasına güvenip güvenmediğinizle alakalı olarak bu soruların yanıtlarını seçiyorsunuz. Machiavelli- Hobbes hattından ilerlerseniz başka bir yere Rousseau hattından ilerlerseniz başka bir yere çıkıyorsunuz. Arada Kant’tan yola çıkanlar var. Her iki taraftan en akıllıca olanları kendilerine seçiyorlar. Machiavelliciler “gerçekçi” olarak değerlendiriliyor. Diğerleri ise yani büyük olasılık bu yazıyı okuyan belki de siz “mümkün olmayanı istemeyi akıl etmek de onun mümkün olacağının kanıtı olabilir” misali zoru seçenler. Dünya barışı mümkün, insan öz itibari ile iyiyi ister, sever diyenler yani.
Halkların devlet olma isteği
Soruların içerisindeki kavramları tartarken adalet terazisinin bir yana bırakıldığı da oluyor bırakılmadığı da. Bir halkın devlet olma isteği örneğin. Çünkü uluslararası platformda devlet olmadan ciddiye alınmıyorsunuzdur. Çünkü devletsiz halkların -deyimin fenalığını mazur görün- kıtır kıtır kesilmesine ses edilmediğini görüyorsunuz. İster milliyetçilik temelinde olsun ister ulus olma bilinciyle, sınırlarınızın belli olduğu, yasalarınızın yazıldığı bir kitabınız olduğunda işler değişiyor. Orda dur kardeşim diyebiliyorsunuz. Sayıca çok olsanız dahi, devletiniz yoksa yeryüzünde itilen, kakılan, sürülen insancıklardan oluyorsunuz. Stirner, Bakunin “devlet”e savaş açmıştır, çok şahane laflarla. Ama yerine koyacak bir düzenin de varıp varacağı son nokta devlet ya da devleti aratmayacak şeyler olunca çaresizce anarşizm kapısında oyalandığınız keyifli zamanlarınıza veda etmek zorunda kalıyorsunuz.
Devlet olmadığınız sürece insan hakları ihlalleri de uygulanabiliyordur üzerinizde. Çünkü yasal boşluktan faydalanma gibi çukurda kalan bir azınlığa ya da işlevsiz çoğunluğa mensupsunuzdur. Yüzeye ait olmadığınız için size yapılan edilenlerin görünürlüğü de yoktur. Yasalar da sizin için yazılmamıştır zaten. İnsanlığa karşı işlenen suç kapsamına girmiyorsunuzdur. Bu yasalardaki şifrelere göre birileri ölmek zorundadır. “Birilerinin ölmesi” gibi gizli yasalar, resmi yasaları “resmi” hale getirir çünkü. “O resmi yasalar olmadan nasıl yaşarız, başımıza neler gelir” duygusunu insanlara vermek için. Ama biliriz de hukuk, şişmanca bir şeydir. Yazıcılarının refahı için adaletli, adaletsiz her şeyi yutar. O kadardır ki hatta reel hayatın peşine düşüp adaletin peşine koşamayacak kadar şişman.
Devletleştikten sonra ne olacağı sorusunun yanıtına duygusal cevaplar vermek ise sanki bile bile lades demek. Artık güç olmuş, zamanında ise en mağdur edilmiş bir halk olsa bile kim hangi topluluğa, azınlığa tam kefilim der. Buralar da karışık konular.
Önderlik ihtiyacı
“Karşılıklı çıkarlarla barışçıl ilkeleri koruyacak bir dünya pazarından” bahseden Kant’a, yeni dünya düzeni “kesişen çıkarların çarpışması ve kârların kıyası”yla yanıt verir. Dönüyoruz tekrar başa. Halklar nasıl hareket eder? “Nerde çokluk orda ….” ise nasıl yekvücut olmak başarılır? Çoğu akıllarda kalmış hareketlerin tek bir kişinin ağzından çıkmış laflarla dağılmamayı başardığı görülür. İlk ve en önemli adımdır çünkü dağılmamak. Karşınızda gaz fişeği de olabilir, olağanüstü hal ilanı ile dışarı çıkma yasağı da. Dağılmamak kaçmamayı gerektirir, yasak karşısında kendi yasanı dayatmayı da. Örgütlü olmak, tek adamı dinler olmak, gözü kara olmak falan kolay işler değil.
Tek adamcılık (hiç kadın olamamıştır bu) her türlü eleştiriyi kaldırır kaldırmasına ama yöntem olarak başarısı tartışılmaz. Örnek olarak Kemal Atatürk’ü de örnek verebilirsiniz, R. T. Erdoğan’ı da, Che Guevara’yı da Abdullah Öcalan’ı da. Aynı örnekte bu isimler sıralanabilir mi derseniz, siyaset felsefesinde konuşmak için alınganlık yapma lüksümüz yok.
Bir kişi konuşur binlerce insan sokağa dökülür. Bir kişi konuşur binlerce kişi oy vermek için yollara düşer. Birine sürü psikolojisi demek, diğerini bundan ayırmak duygusal anlamda yine mümkün. Ama illaki bir kişi lazımdır kitlelerin başına. Occupy, Gezi’nin bir yere varamamış olmaması belki de en çok bunla alakalı. Başta lidersiz başlamış ve komut almadan verilmiş tepkilerin kısa bir süre sonra lider ya da liderlere ihtiyaç duyduğunu da biliyoruz. Bir avukatın bir tabure ile biraz daha yükseğe çıkıp bizlere seslendiğini duymadık mı? Milletvekili dokunulmazlığına sahip insanların varlığı işleri daha kolaylaştırmadı mı? İş makinesinin önüne mahallenizden biri atılsa yaka paça götürülür misal. Sezarizm ya da tek adamcılık kötü nam salmış örneklerle dolu olsa da iyi örnekleri de var. İsyan etmek çok insanın aklından geçer, ama biri buna karar verip, teşvik eder. Birbirimizi tek adamcılıkla suçlamaktan vazgeçmeliyiz sanırım. Olmuyorsa olmuyordur çünkü ve hepimizin bir ya da birkaç ismi var toz kondurmadığı.
“Êdî bese” ve “1000 oğlum olsa yine bu vatana şehit veririm”
Ödenen bedellerden bahsederken hep akla kötü şeyler gelir ki öyledir de. Yalnız bu bedellerin sağladığı olumlu bir yan vardır ki özellikle moral olsun diye belirtmek gerekir: 7’den 70’şe politikleşmiş bir halk olmak.
“Êdî Bese” (yeter) diyen bir kadın ile “Bin oğlum olsa yine bu vatana şehit veririm” diyen bir başka kadın arasında illaki farklar var. İlk kadın iç yüzüne kadar savaşı tanımıştır. Devletin bin bir yüzü ile karşılaşmıştır. İzlediği TV’yi bir yalan makinesi kadar yalanı yalanına yakalamayı öğrenmiştir. Teyze deyip de geçemezsiniz yani.
Diğer kadın ise bugüne kadar hep tersi söyleniyor olsa da esas kandırılan. Hatta ödül dahi verilmeden, (maddi- manevi tazminat, rahat yaşam koşulları sağlamak gibi) elinden sevdiği birinin alınmasına coşkuyla onay verecek kadar kandırılma sınırını geçmiştir. “Devletim” dediğini de tanımıyordur üstelik.
Diyeceksiniz diğer tarafta da “şehitlik” kavramı var. Din biraz da acıyla baş etmek için yok mu? Şehit sözcüğünü kullanan kimi insan için ise bu sözcüğün dini bir karşılığı yok. Uhrevi olmayan tamamen dünyevi “inanç, inanma, bağlılık” savaşan insan için olmazsa olmaz. “Boş yere öldüler” diyemeyesin diye hiç kimse.. (FG/HK)